TR EN
2023

m-est.org | Burcu Yağcıoğlu

Kar Var Mı?

Burcu Yağcıoğlu metninde zamanı büküyor: Hayatı boyunca tecrübe ettiği ve hakkında hikayeler dinlediği karın zamansallığı ile P. syringae isimli bakterinin zamansallığı kesişiyor. Araştırmasını pratiğe dökmenin yollarını ararken, Burcu kara dair fenomenolojik yaklaşımını bu bakteri ile birlikte yaşamaya dönüştürüyor; araştırmanın eyleme evrildiği yerin sınırlarının peşine düşüyor. Burcu’nun işleri aciliyeti olan şu soruya cevap olarak düşünülebilir: Sanat pratiği felaket zamanlarında kendi failliklerimizin bize geri iade edilmesinin bir yöntemi olarak tanımlanabilir mi? 

Okuyacağınız metin, sanatçıların hava durumlarını, hava akımlarını ve dolaşımlarını, dahası içinde yaşadığımız ve ürettiğimiz şehirlerin diğer yüksek ve alçak basınç alanlarını belirlemek, hikayeleştirmek ve kurgulamak için kullandığı sanatsal stratejileri ele almayı amaçlayan bir yazı dizisinin parçası. SAHA’nın daveti ve World Weather Network'e katılımı çerçevesinde şekillenen yazı dizisi, sanatçıların değişimlere, krizlere ve geleceğe verdiği cevapları takip ederek bedenleri, insanları ve coğrafyaları buluşturan somut bir fenomen olarak havanın farklı veçhelerine odaklanıyor. –Merve Ünsal

Yayımlanan katkıların listesini ve etkinlik bilgilerini burada görebilirsiniz.

Kar Var Mı?
Ilığın Çocukları, Soğuğun Yası

Kar var mı? O tarihte kar olur mu? Biliyorum kesin bir şey söyleyemezsiniz ama sizce kar olur mu? Geçen sene bu zamanlar karlıydı, bu sene de kar olur mu? Çocuklara kar sözü verdik, kesin kar olacak mı?

Kesinlikle kar varsa da, peki kar aracımızı zorlar mı? Dört çekerimiz yok, ulaşabilir miyiz? Kardan yollar kapanmaz değil mi? Kapanırsa ne olur?  Kar lastiği gerekir mi? Zincir gerekir mi? Üşür müyüz? 

.

Üç sene önce Bolu’daki aile çiftliğimize, birkaç evden ibaret küçük bir doğa turizmi işletmesi kurduk. Kış ayları geldiğinde sık sık cevapladığım sorular bunlar. Misafirlerimiz genelde karı arzulayan ama kardan korkan insanlar. Hepimiz ılığın çocuklarıyız ne de olsa. 

Ama bu sene Zebercet gibiyim. Bir türlü gelmeyen karı bekliyorum. Bu sorular da azaldı. Kar olmadığının herkes farkında. Arada birkaç kişi bir umut soruyor kar var mı diye, sonra hayal kırıklığıyla uzaklaşıyor. Karı bekledikçe içim kararıyor. Kar uzak bir fantaziye dönüşüyor. Bu kuru, kahverengi kışta soğuğun ve beyazın yasını tutuyorum. 

Karda yoldaş
Bolu, dedemin ailesinin Bulgaristan’dan göç ettiği bölge. Çocukluğumda dedem kendi çocukluğundaki karın şiddetiyle ilgili anılarını anlatırdı. 1 Şubat 1944 Bolu depremi sonrası, hasar gören evlerine giremedikleri için, bir gecede yaptıkları kardan bir kulübede haftalarca yaşamışlar. Sadece yer tahta kaplıymış. İçeriye bir de soba kurmuşlar. 

Dedemin özellikle içime işleyen bir anısı daha var. Bir adam evine dönerken yolda tipiye tutulmuş. Donmak üzereyken ona eşlik eden köpeğini öldürmüş; köpeği kesip, açıp, giymiş. Böylece ısınarak yoluna devam edebilmiş. Bu anı ilk anlattığında beni çok sarsmıştı. Hikayeyi dinlediğimde Bolu’daydım ve dedemle karda yürüyorduk. Köpeklerimiz de bizimleydi ve hiçbirini şartlar ne olursa olsun giymeyeceğimi biliyordum. 

Sonraları Yılmaz Güney’in Yol filminde Tarık Akan’ın Seyit Ali’sinin donmaktan kurtulmak için atını giydiğini öğrendim. Giymekle, içine girmek arası bir durumdu bu. Onlarca sene sonra da Revenant’da Leonardo di Caprio aynısını yapıyordu atına. Bu adamlar ısındıktan sonra, utanmaz bir ihanetle katlettikleri yoldaşlarının içinden tekrar doğuyorlardı. Bu acınası doğumla muzaffer, kardaki yollarına devam ediyorlardı. 

Öyküsünde hayvan yoldaşın ölümüne izin vermeyen biri de var: Jack London. Ateş Yakmak öyküsünün merkezinde kendi kibri yüzünden ard arda yaptığı hatalar sonunda donma noktasına gelen bir adam var. Adam son çare yoldaş köpeğini kesip giymekte bulur ama parmakları donduğu için köpeği öldüremez. Kendisi donar ve köpek kurtulur. İnsanın öldüğü, hayvanın devam ettiği bir anlatının varlığı içime su serpiyor.

Donarak ölmek kabul edilebilir; insaflı, hatta tatlı bir ölüm. London’un adamı da bunu biliyor ve ortalığı velveleye vermiyor. Baktı köpeği giyemedi, kaderini kabulleniyor.

"Etrafına kayıtsızca bakarken, gözleri köpeğe takıldı", Frank E. Schoonover (1877-1972)

Karın rahatlatıcı bir sıcaklık hissi yayarak dondurduğunu biliyorum. Bazen karda uzun süre yürüdükten sonra sırt üstü yatınca ısınmaya başlarsınız. En rahat yataktan daha özenle sarıp sarmalar kar ve hemen uykunuzu getirir. O rahatlığın içine gömülüyken korkmak çok zordur.

Öte yandan benim yaşamım içinde deneyimlediğim kar 1940’ların karı kadar şiddetli olmadı. Çevremdekiler hiç donma tehlikesi geçirmediler. Ya da ihtiyaç duymuş olsaydık bile içeride sobası yanan bir iglu gecekondusu yapamazdık. Benim bildiğim kar içeriden ısıtılırken haftalarca sabit kalabilecek bir kar olmadı.

Ama boyumu aşan karda, -20 derecede yürümenin ne demek olduğunu biliyorum. Yürürken adım atabilmek için karı ellerinizle bastırmanız gerekir. Kar sizi kucaklar. Sonra dikey yürüyüş açınız siz fark etmeden yavaş yavaş yataylaşır ve yüzmeyle debelenme arası bir yerde bulursunuz kendinizi. Yol katedebilmek için tekrar dikeyliği sağlamak gerekir.

Karda adım genişliğinde bir yol açmak için aynı yeri defalarca yürürsünüz. Her adımda kar biraz daha ezilir ve sağlı sollu kar duvarları yükselir iki yanınızda. Kardan bir koridorda bulursunuz kendinizi. Bu kar koridorlarında köpeklerim arkamda, gruplarının iç hiyerarşisine uygun bir sırayla ipe dizilir gibi sıralanırlar. Attığım her adım için onlar da bir adım atar.

Ben eve girdiğimde onlar karda uyurlar. Bana yakın olmak için kulübelerine dönmezler. Yattıkları yer eriyerek sıkışır ve buzlaşır. Tüylerini buz tutar. Öyle ki, sevmeye kalkarsanız donmuş tüyleri ellerinizi keser. Kar yağıyorsa gözlerini kısarlar ama bunun dışında soğuktan etkileniyor gibi görünmezler. İyi beslendikleri sürece karın üzerine kıvrılmış, donmuş tüylerinin altında huzurlu, için için yanan fırınlar gibi uyurlar. 

.

Bazı gündüzler, gökyüzü kar bulutlarıyla, yer de karla kaplıyken, onca beyazlık arasında kapkaranlık olur. Karın karanlığı gecenin karanlığından başkadır. Görecek çok az şey vardır. Ama ışıksızlıktan değil, karın yarattığı o kendine has gri hiçlikten. Beyaz bir kağıda atılmış birkaç çizik, orada burada biçimsiz birkaç leke, o kadar. Ve çıt çıkmaz. Kar tüm sesi emer.

Karın durmadan yağdığı günlerde evin içindeki pencerelerden görünen gökyüzü gittikçe karla kaplanır. Yer göğe doğru yükselir. Ufuk çizgisi hakimiyetini kaybeder, karın altında kalır.

.

Geri çekilmek, durmak ve kapanmaktan başka bir şey yapılmaz böyle günlerde. Her yeri atalet sarar. Bulunduğum yer sıcak da olsa yavaşladığımı hissederim. Ağır çekimde hareket eder ve yine ağır çekimde düşünürüm. Kar her şeyi durdurur. Dışarıdaysanız telefonunuzun şarjı bir dakika içinde tam doludan sıfıra iner. Makineler, ayılar, elektronikler, darbeci generaller, her şey durur.

Tipinin kalbinde darbe

Çocukluğumda aile folklörünün içinde Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı Deli Deli Küpeli filmi büyükçe bir yer tutardı. Cevat Fehmi Başkurt’un 1965 yılında yazdığı Buzlar Çözülmeden adlı oyundan uyarlanmış bir film bu. Film kardan dolayı dış dünyayla ilişiği kesilmiş bir kasabaya akıl hastanesinden kaçarak gelen iki adamın öyküsünü anlatır. Deliler kasaba halkı tarafından yeni atanan ama kar yüzünden bir türlü gelemeyen kaymakam ve hakim zannedilirler. Filmde rollerini kabul eden bu delilerin kasaba halkına kök söktüren yolsuzlukları ve haksızlıkları nasıl bertaraf ettiğini izleriz.  

Deli Deli Küpeli, 1986.

Filmin çekimleri için yoğun karlı bir bölge gerekmiş. Buzlar Çözülmeden’in ilk film versiyonu 1965 yılında Erzurum’da çekilmiş. Deli Deli Küpeli ise 1986 yılında Bolu’da bulunduğumuz bölgede çekilmiş. Bizim evde filmdeki sahnelerin hangi sokakta ya da tarlada çekilmiş olduğuna dair spekülasyonlar yapılırdı. Her yer kar altında olduğu için mekanları tanımak pek mümkün olmazdı. 

Ancak yakın bir zamanda tekrar izleyince fark ettim ki film Kenan Evren’in televizyonlardan halka seslenişiyle başlıyor. Haberleri kasaba kahvesinden izleyen ahali “Şu karlar erise de darbe bu kasabaya da gelse” diye serzenişte bulunuyor. Filmin anlatısına göre yolsuzlukların alıp başını gittiği kasabaya, kardan dolayı darbe gelemiyor ve bozulan gidişatı düzeltemiyor. Fakat Sunal’ın canlandırdığı yalancı kaymakam gelerek bir nevi kendi yerel darbesini gerçekleştiriyor; bürokratik süreçleri askıya alıyor, dilekçeleri yakıyor, hatta bir noktada kasabanın meydanına bir darağacı bile kuruyor. Film halka, darbe olmamış olsaydı ne halde olacaklarını gösterme niyetiyle çekilmiş bir darbe propagandası aslında. 1986 senesi askeri vesayetin yerini sivil yönetime bıraktığı sene. Askeri yönetim çekilmeden önce, kendi getirdiği sözde adalete ve sivil yönetimin yozluğuna dair bir halkla ilişkiler çalışması yapıyor. Filmin 1965 versiyonu da 1960 darbesi için aynı işlevi görmüş. 

Deli Deli Küpeli’nin aslen bir darbe propagandası olduğunu paylaştığımda bu bilgi aile içinde pek kabul görmedi. Akıllarında filmle ilgili kalan tek şey Bolu, Kemal Sunal ve kar. Bana kalırsa, darbeyle birlikte sürülmüş ve o süreci zorlukla atlatmış insanlar olarak kendilerine ve Sunal’a darbe yanlısı bir yapımı bağırlarına basmış olmayı yakıştıramıyorlar.

Darbeyle gelen orduya ve tanklara geçit vermeyen, sadece birkaç deliye geçit veren karın yarattığı kapanma ve yalnızlık, filmin atmosferini tayin eden en önemli öğe bana göre. O karda sadece deliler yola çıkıyor. Kar gerçekten de yalnızlık ve durmak demek. Aynı Ursula Le Guin’in “tipinin kalbi” diye tanımladığı hem fiziksel hem de zihinsel alanın tenhalığı gibi. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli romanındaki karla kaplı Gethen gezegeninde hiç savaş olmamıştır. Romanın geçtiği karlı kış gezegeninin insanları, savaşçı ruhlarını soğukla savaşmaya harcadıkları için birbirleriyle savaşmazlar. Tipinin kalbinde darbe de olamaz, savaş da. 

Karın yok olmaya yüz tutmuş nadir bir hava olayı haline geldiği dünyanın, tipinin kalbinin olmadığı bir gezegenin nasıl olacağını hayal etmeye çalışıyorum. Buradan bakınca karın yok oluşu savaşa götüren bir kayıp olarak çıkıyor karşıma. 2007 senesinin o ilk aşırı sıcak yazının ani buzul erimelerine sebep olmasının hemen ardından, o tarihe kadar dünya genelinde düşüşte olan militarizasyonun hızla yükselişe geçtiğini görülmüş. Bu yükselişin kümelendiği bölgenin ise Kuzey Kutbu olması da Le Guin’in spekülasyonunun ne kadar isabetli olduğunu düşündürüyor. Son 16 senedir NATO ülkeleri ve Rusya, Kuzey Kutbu’na askeri birliklerini yığıyorlar. Yük gemilerinin buzullar eridiğinde kolayca yol alabilecekleri yeni rotalar belirliyorlar. Bugüne kadar kar ve buz sebebiyle insanların erişemediği Kuzey Kutbu gaz, petrol, mineral yataklarına ve okyanus canlılarına ilk kimin erişeceği ve pastanın en büyük payını kimin alacağı kavgası da o sıcak 2007 yazına dayanıyor. Bölgeyi insandan koruyan kar ve buz kalktıkça Yeni Soğuk Savaş adı verilen militer gövde gösterileri daha da artıyor. Yeni Soğuk Savaş hem orduların birbirlerine saldırmadıkları ama saldırmak üzere oldukları o ilk soğuk savaşa hem de soğuğun kendisiyle savaşa işaret ediyor. Kutuplarda gerçekleşecek olası bir savaşta iki düşmanla savaşılacağını ve bu düşmanlardan soğuğun daha tehlikeli düşman olduğu konuşuluyor. Soğukla savaşı kazanan ordunun bölgenin kontrolünü elinde tutacağı ön görünüyor. 

Öte yandan buzlar eridikçe orduları birbirlerinden ayıran engeller yok oluyor. Her eriyen buz, orduları birbirlerine kavuşturuyor. Tipinin kalbindeki tenhalık ve savaşsızlık ısınan iklimle birlikte eriyor.

Yaşamanın sığınmayla aynı anlama geldiği Yüksek Kuzey Kutup bölgesindeki bir eğitim tesisinde düzenlenen hayatta kalma kursunda, Inuit eğitmenler NATO askerlerine kar blokları ile iglu yapmayı öğretiyor. Dedemin babasının yaptığı igluyu düşünüyorum; karın insan elinde sığınağa dönüşürken aldığı şeklin Batı Karadeniz’den dünyanın tepesine doğru giderken nasıl değiştiğini merak ederken buluyorum kendimi.

Karda Kalma

12 Eylül’de değilse bile eskiden Bolu’da kar tam 7 Kasım’da başlarmış ve Nisan’a kadar kalkmazmış. Karın gelmesi Aralık ayının sonlarını buluyor artık. Ama bu sene daha da gecikti. Öte yandan son 75 senenin en şiddetli karı geçen sene geldi. Kar haftalar boyunca durmadan yağdı. Sabahları kapılar açılmıyordu. İterek, kürerek azıcık bir aralıktan girip çıkabiliyorduk. Bu aralık her sabah yine yok oluyordu, her sabah tekrar açıyorduk.

O kış bir buz sarkıtının damlaya damlaya yerde oluşturduğu dikitiyle birleşerek bir buz sütununa dönüştükleri anı gördüm. Fotoğrafta o son birleştirici damla donarken görünüyor.

Pek çok küçük yerleşim bölgesinin dış dünyaya erişimi kesildi. Karayolları devreye girdi; bizi ve bizim gibi mahsur kalanlar için yardım gönderdiler. Bizim olduğumuz bölgeye bir kar küreme aracı geldi fakat kara saplandı. Tekerlekleri zincirli traktörler kar aracını saplandığı yerden kurtardı ama bu sefer kendileri kara saplandı. Bu defa başka araçlar geldi: Buldozerler, asfalt düzleme araçları, irili ufaklı arazi araçları… Gece tipinin altında harıl harıl yanan makineler birbirlerini kardan kurtarmaya çalışıyordu. Birkaç hafta içinde eriyip gidecek beyaz dağlara savaş açmıştık. Hummalı bir şekilde kar küren, ezen, patinaj çeken, birbirini çeken makineler durmak bilmeyen bir tipinin altında can çekişti.

.

Bütün bunları yapmadan durabilirdik de. Bir süreliğine eve kapanabilirdik mesela. Karın durduruculuğunu kabul edebilirdik. Ama sanırım durma iç rahatlığıyla yaşayabildiğimiz bir hal değil. Bu sene kar yok. Kar küreme makineleri ve karayollarını arazi araçları da yok ortada. Ama bu sefer de başka makineler suni kar üretmek için durmadan çalışıyorlar.

Antropojenik kar
Bulunduğumuz bölgeden Köroğlu dağlarının zirvesindeki, kışın ilk karının yağdığı Kartalkaya’yı görebiliyoruz. Burası kar turizminin en yoğun olduğu yer. 2014 yılında bölgenin otelleri, düşen kar yağışıyla birlikte azalan kârlarını tekrar yükseltmek için ilk kez suni karlama yapmaya başladılar. Bu makineler düşük ısıdaki suyu kara dönüştürerek kayak pistlerine püskürtüyorlar. Dünyanın çeşitli yerlerindeki kış turizmi firmaları ılınan iklimle birlikte çıplak kalmış kayak pistlerini bu makinelerin yağdırdığı karla örtüyorlar. Bu makineleri beslemesi için devasa su rezervleri inşa ediliyor ve yerin altına kilometrelerce uzunlukta su kanalları döşeniyor. 

Bu makineler genelde ürettikleri karı kar için hiç de uygun olmayan artı sıcaklıktaki ortamlara püskürtüyor. Hemencecik eriyip gidebilecek karlar bunlar, ama öyle olmuyor. Antropojenik kar doğal kardan çok daha dayanıklı. Böylece kayak pistleri Mayıs’a kadar açık kalabiliyor.

.

Antropojenik karın daha dayanıklı olmasının sebeplerinden biri INA (ice nucleation active) adlı bir protein. Bu protein Advanced Genetic Sciences adlı bir biyotek firmasının 1988’de ürettiği Snomax adlı ticari bir ürün olarak satılıyor. Kar makinelerini besleyen suyun içine katılan bu proteinler suyun yüksek ısılarda dahi kristalize olarak ‘karlaşmasını’ sağlıyor.

Buz yapıcı INA proteini Pseudomonas syringae adlı bir bakteriden elde ediliyor. Bu bakteri artı derecelerde suyu buza dönüştürebilen bir bakteri. +4 derecedeki su moleküllerini bile buz kristalleri oluşturacak şekilde organize edebiliyor ve bunu yaparken ısıyı suyun dışına atıyor.

P. syringae’nin bu marifetiyle desteklenmiş olsalar bile yakın bir gelecekte suni kar makinelerinin tamamen ıskartaya çıkacağı tahmin ediliyor. Ürettikleri kar sadece artı bir kaç dereceye kadar dayanıklı ne de olsa. Yine de soğuğa ihtiyaçları var. Atmosfer ısındıkça püskürttükleri karın yere düşmeden eriyeceği öngörülüyor.

.

P. syringae

P. syringae'nin kar makineleri ile ilişkisini öğrenmem mikro düzeyde de olsa iklimlendirme yapabilen bu canlının hem biyosferdeki hem de biyo-tekno kültürdeki yerini merak etmeme sebep oldu. 

P. syringae uzunca bir süre, bitkilere ve dolayısıyla hasada zarar verdiği için bir bitki patojeni olarak bilinen bir bakteriymiş. Bilinen en yaygın tarım zararlılarından biri. Bu bakteriler bitkilerin üzerinde koloniler oluşturup yüzeylerindeki suyu donduruyor; böylece bitkilerin dokuları soğuktan zarar görüyor. Tarım mahsullerinin hemen hemen hepsine zarar verebilen bir bakteri olduğu için de insanlar, bu bakterinin varlığını fark ettikleri 1961 senesinden beri P. Syringae ile mücadele ediyor.

Öncelikle bir deneyde bir tarlayı bu bakteriden tamamen arındırıyorlar. Toprak, bitkiler, su her şey P. syringae’den temizleniyor. Fakat bu temiz tarla kısa sürede P. syringae kolonilerine ev sahipliği yapmaya başlıyor. Bitkileri donduruyor ve yaşam döngüsünü sürdürüyor. Aslında soluduğumuz havada da var olan, milyonlarca yıl yaşında bir bakteri bu. Biyosferin her yerinde hayatta kalabiliyor. Yer ve gökte yaşayabiliyor. İlk atalardan biri. Böyle bakınca bu girişimin biraz naif olduğu anlaşılıyor.

1977 yılında genetik mühendisliği ve kâr amacı güden firmalar devreye giriyor; bakterinin genetiği değiştirilerek suyu kristalize etmesine yarayan INA proteinini üreten genleri çıkarılıyor. Bu eksiltilmiş P. syringae’ye “Eksi Buz bakterisi” adı verilerek, donma hasarına karşı hasadı koruyabilecek bir ürün olarak piyasaya sürülmek isteniyor. Ürünün adını da Frostban koyuyorlar. Amaç Eksi Buz bakterisini tarlalara püskürterek, doğadaki P. syringae’nin bitki yüzeylerindeki hakimiyetini yok etmek. Başka bir deyişle, iki bakteriyi rekabet içine sokmak ve bu rekabetin P. syringae’nin popülasyonunu azaltmasını sağlayarak –hatta belki komple yok ederek– hasatlara buz hasarı vermesine engel olmak.

Yapraktaki açıklıktan içeri sızmak üzere olan P. syringae.
Domatesin üreme organını enfekte eden P. syringae.

P. syringae’den INA genlerini çalıp Eksi Buz mutantını üreten firma ile günümüzde INA proteininin suni karlama için kar turizmine satan firma aynı: Advanced Genetic Sciences (AGS). Snomax ve Frostban bir bakterinin sömürülerek birbirlerinin tam tersi işler yapması için geliştirilmiş iki ürün.

Fakat ‘Yeni Sentetik’ ile ‘Kadim Doğal’ iki kardeşi birbirine kırdırma planları çalışmıyor. Şirketin bu yeni bakteriyi doğaya salma girişimi şiddetli protestolarla karşılaşıyor. Genetiği ile oynanmış bir mikroorganizmanın doğaya salınmasının uzun vadedeki etkileri tartılamayacak kadar karmaşık ve öngörülemez olduğundan çevre eylemcilerinin şerrine uğruyor.

Protestocular dış mekan deneylerini mahkeme kararlarıyla dört sene boyunca ertelemeyi başarıyorlar. Fakat sonunda AGS bir hakimden dış mekan deneylerini yapmak için izni koparıyor. 1987 yılında Kaliforniya’da bir çilek tarlası ardından da bir patates tarlası Eksi Buz bakterisinin salınacağı ilk tarlalar olarak seçiliyor. Fakat deneylerden bir gece önce protestocular tellerle çevrili tarlalara girerek neredeyse tüm bitkileri söküyorlar. Şirket sabah yeni bitkiler dikiyor ve deneyleri gerçekleştiriyor.

Brentwood, 1987.

AGS kamu nezdinde oluşturduğu kötü şöhreti düzeltmesi ve yaptıkları işi daha sevimli göstermesi için bir halka ilişkiler firmasıyla çalışmaya başlıyor. Halka ilişkiler çalışmalarının bir parçası olarak deneyde görev alan AGS çalışanlarına Ghostbusters filminden ilham alan tulumlar giydiriyorlar. Dünya tarihinde ilk kez genetiğiyle oynanmış bir mikroorganizma, üzerlerinde uluslararası "hayır" sembolüyle çevrelenmiş bir kardan adam taşıyan ve göğüslerinde Frostbusters (don avcıları) yazan şirket çalışanları tarafından salınıyor.

Şirket ayrıca protestocuların kaygılarını aşırıya kaçan bir evham olarak yaftalamak ve aşağı görmek için üzerinde “Frostban'dan Sağ Çıktım Brentwood, CA 1987” yazan rozetleri deneyi izlemeye gelen medya mensuplarına dağıtıyor.

Fakat günümüzün sağcı politikalarından da tanıdık olan, çevreci kaygılara yukarıdan bakan bu popülist sevimlilikler işe yaramıyor ve deneyler bu bakterinin doğaya salındığı tek örnekler olarak kalıyor. Deneyler şiddetli protestolar ve mahkeme kararlarıyla durduruluyor ve Frostban hiçbir zaman ticari bir ürün olarak raflardaki yerini alamıyor. Hatta diğer biyotekler tepki toplamaktan ve senelerce mahkemelerle uğraşmaktan çekindiklerinden genetiği değiştirilmiş mikroorganizmalar üretmekten uzaklaşıyorlar.

1987 Frostban protestoları tarımda kullanılacak biyoteknolojileri ilgilendiren ve halen daha yürürlükteki kapsayıcı düzenlemelerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Frostban protestolarının kazanımı genetiği değiştirilmiş mikroorganzimaların, don, kar ya da hasat kaybı, hangi amaçla olursa olsun doğaya salınmasının önündeki en büyük engel olarak tarihe geçiyor.

Öyle olmasaymış buz yapıcı P. syringae kolonileri bundan nasıl etkilenirdi? Eksi Buz bakterisi rekabeti kazansaydı P. syringae’nin yaşam döngüsü sekteye uğrar mıydı bilemiyoruz. İyi ki de bilemiyoruz. Çünkü çok daha yakın bir tarihte P. syringae’nin sadece bir bitki patojeni olmadığı, dünyadaki bulutların ve yağışların oluşumunda ve dünyanın hidrolik döngüsünde etkin bir rol oynadığı anlaşıldı.

Biyoyağış

Biyoyağış bakterilerin sebep olduğu yağışları tanımlamak için kullanılan bir terim. P. syringiae’nin etki seviyesi halen tam olarak bilinmiyor ama tüm dünyadaki bulutların ve yağışların oluşmasına önemli ölçüde katkı sağladığı biliniyor. P. syringae dünyanın hidrolik döngüsünün sağlanmasında yakın bir zamana kadar zannedildiğinden çok daha kritik bir öneme sahip. Bu bakteri hem bitki örtülerinde, hem arktik okyanuslarda hem de biyosferin sınırında gezen bulutlarda hem de birkaç hafta önce fark ettiğim üzere buzdolaplarında yaşayabiliyor.

P. syringae kolonileri bitkilerin üzerindeki yaşamlarından atmosfere karışıyorlar ve gökyüzünde bir yaşama geçiş yapıyorlar. Gökyüzündeki su buharına direkt etki ederek bulutların oluşmasını sağlıyorlar. Yağışın gerçekleşmesi için bulutlardaki suyun öncelikle donması gerekiyor. INA proteinini kullanarak bulutlardaki suyu donduruyorlar. Kristalize olarak ağırlaşan su, yerçekiminden etkilenecek ağırlığa ulaştığında yere düşüyor. Bulut yeryüzüne doğru çekiliyor.

INA (ice nucleation active), ‘buzun çekirdeğini oluşturan ya da buz çekirdekleyen’ olarak çevrilebilir. Buzun oluşabilmesi için bir çekirdeğe ihtiyacı vardır. Bulutların içindeki toz, kül, is ve P. syringae gibi minik partiküller ve canlılar, suyunun etraflarında organize olabileceği çekirdekler olarak işlev görüyorlar. Atmosferdeki su, ancak çekirdeğine kavuştuktan sonra, kar tanesi, yağmur damlası ya da dolu olarak yağabiliyor. Atmosferde bolca cansız partikül bulunsa bile eğer ısı ve diğer şartlar yağış için uygun değilse yağış gerçekleşmiyor. Fakat P. syringae, buz yapabilme genleri sayesinde yağış için gerekli olan “çekirdekleme” işlevini gerçekleştiriyor, ve yağışa uygun olmayan hava durumlarında dahi yağışın gerçekleşmesini sağlıyor.

Homo-Scylla, 2022: Deniz Üster’le birlikte 5. Mardin Bienali için ürettiğimiz video yerleşirmesinde çeşitli bakterilerle insan arasında spekülatif ortak yaşam anlatıları kurduk. Seçtiğimiz bakteriler günümüzde biyoteknoloji firmaları tarafından Antroposen’in yıkıcı etkilerini tersine çevirmeleri için üzerlerinde çalışılan bakteriler. Bu bakterilerden biri P. syringae. Artı derecelerde buz yapan, plastik atıklarla beslenen, metan gazı soluyan bakteriler bu şirketlerin tekno-tamir vaadlerinin temelini oluşturuyor. Anlatımızda simbiyogenez yoluyla birleşen insan bakteri melezi Homo-Scylla’lar Antroposen’in biyosferini dönüştürerek ve kendileri de dönüşerek yaşıyorlar.

P. syringae bitkiler üzerindeki yaşamlarını bırakıp gökyüzüne çıkıyorlar, bulutları oluşturuyor, yağdırıyor ve bu yağışlarla tekrar kendilerini yeryüzündeki bitkilere döndürüyorlar. Çoğu kar tanesinin, yağmur damlasının ya da dolunun tam kalbinde P. Syringae bakterisi bulunuyor. Hem kendileri hem de tüm kara yaşamı bu döngüyle birlikte yaşıyor.

Bu o kadar öyle ki, bir bölgedeki bitki örtüsünü değiştirdiğimizde bu oradaki P. syringae popülasyonunu direkt olarak etkiliyor ve o bölgenin bulut oluşum ve yağış paternleri de onların popülasyonlarıyla birlikte değişiyor.

.

Buz fermentasyonu

1978 yılında bir bitki patoloğu olan David Sands, P. syringae’nin havada yaşayabilen bir bakteri olduğundan şüpheleniyor ve küçük bir uçağa atlayıp elindeki petri kabını havaya tutuyor. Laboratuvarda petri kabının P. syringae ile dolu olduğu görülüyor. 

Ama bu bakteriye ulaşmak için uçmaya gerek yok. Önceki fermantasyon deneyimlerimden biliyorum ki doğru ortamı oluşturursanız havadaki bakteri yarattığınız mekana konar ve orada çoğalır. Şartları uygun tutarsanız çeşitli metabolik süreçleriyle hem kendileri hem de yiyeceğinizi dönüştürürler. Aslında beslenirler ve dönüştürerek dışarıya attıkları yeni maddelerle de biz besleniriz.

P. syringae ile fermantasyon sürecimiz ıslanmaya bırakılmış bir kap fasulye aracılığıyla tesadüfen başladı. Bir geceyi mutfak tezgahında geçiren ve sabah pişirmek için zamanım olmadığı için buzdolabına kaldırdığım fasulyeler akşama tamamen donmuştu. +4 derece ısıdaki buzdolabında donmuş bir kap fasulye bulunca, buzdolabının bozuk olması ihtimalini elemek için kapağı sıkıca kapalı bir kavanoz suyu buzdolabına koydum. Bakterilerin sızmasına izin vermeyen kapalı kavanoz içindeki su hiçbir zaman donmadı. Ama açık bir şekilde koyduğum her su donuyor. Mikroskop altında bakmadığım için buzdolabımda yaşayan bakterinin P. syringae olduğundan tam anlamıyla emin değilim ama INA proteini salgılayabilen bir canlı ile birlikte yaşadığım kesin. P. syringae en yaygın buz yapıcı canlı ama bu marifete sahip başka mikroorganizmalar da mevcut. Şimdilik çeşit çeşit besinle besliyorum onları, onlar da karşılığında gittikçe kalınlaşan ve dayanıklı hale gelen buzlar üretiyorlar. 

Fermantasyon bakterilerin aktivitelerinin maddeyi dönüştürdüğü herhangi metabolik sürece verilen isim. Bu anlamda buzdolabımda yaşanan süreci buz fermantasyonu olarak adlandırmak uygun geliyor bana.

Şu an buzdolabına su içinde koyduğum her şeyi iştahla donduruyorlar. Suyun içindeki baklagiller, pirinç, lahana, domates, hatta içinde besin olmayan salt su bile birkaç saat içinde donuyor. Kapağı kapalı bir kavanozda koyduğum su ya da besinlere erişemiyorlar sadece. Onlar sıvı halde kalıyorlar. P. syringae’nin aerobik bir bakteri olduğunu bildiğimden yaşamı için gerekli oksijeni sağlamak için birkaç günde bir hava almasını sağlıyorum. Oksijenin içeri karışmasını sağlamazsam buzlar çözülüyor.

.

Biyoteknoloji sadece atmosferdeki yaşam için tehdit oluştururken aynı anda bize bu yaşamı ürün olarak satmaya kalkanlara ait bir pratik değil. Fermantasyon sanatçısı Sandor Katz biyodinamik bilginin müştereklerimizden olduğunu bu açıklıkla bize ilk söyleyenlerden. Ben de buz fermantasyonunu onun verdiği yol haritasını kullanarak geliştiriyorum.

Buzdolabımda P. syringae kolonilerine ev sahipliği yapmak ne demek bilmiyorum. Belki kombu çayı ya da kefir gibi komşularıma dağıtırım. Şimdilik onlara bakıyorum; neyi daha çok sevdiler, ne zaman buzları erimeye başlıyor, hangi ısıya kadar buz üretebiliyorlar… Bu sorular P. syringae ile anlamlı bulduğum bir etkileşim içinde olmamı sağlıyor. Karın yasını tuttuğum bu kuru ve sıcak kışta misafirim olan bu bakteriler beni teselli ediyor

.

DİĞER PROJELER

Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.