m-est.org’un sanatçı metni odaklı hava raporlarına yer veren serisine sanatçı Kiều-Anh Nguyễn’in yazısıyla devam ediyoruz. Hanoi’de yaşayan Kiều-Anh tat, koku, dokunma ve göz duyularına dair öyküler aracılığıyla çocukluğunun dar sokaklarında, aile yemeklerinde ve anneannesinin ölüm döşeğinde dolaşıyor; havanın hafızayı nasıl muhafaza ettiğine dair tahminlerde bulunuyor. Bu metin, Kiều-Anh’ın wing chan ile sohbetlerine ve wing’in kendi bedenini bir hava istasyonu olarak kurguladığı “havayı tahmin eden göl” metnine cevap niteliğinde. wing’in sesini ise Kiều-Anh’ın metninden sonra yer alan dipnot ile yeniden duyuyoruz.
Okuyacağınız metin, sanatçıların hava durumlarını, hava akımlarını ve dolaşımlarını, dahası içinde yaşadığımız ve ürettiğimiz şehirlerin diğer yüksek ve alçak basınç alanlarını belirlemek, hikayeleştirmek ve kurgulamak için kullandığı sanatsal stratejileri ele almayı amaçlayan bir yazı dizisinin parçası. SAHA’nın daveti ve World Weather Network'e katılımı çerçevesinde şekillenen yazı dizisi, sanatçıların değişimlere, krizlere ve geleceğe verdiği cevapları takip ederek bedenleri, insanları ve coğrafyaları buluşturan somut bir fenomen olarak havanın farklı veçhelerine odaklanıyor. –Özge Ersoy
Yayımlanan katkıların listesini ve etkinlik bilgilerini burada görebilirsiniz.
havalandırma geçitleri: havanın anatomisi
–Kiều-Anh Nguyễn
o senenin yaz mevsiminde, hanoi’deki bir füzyon lokantasında bir spagetti bolonez yemiştim, isli burrata peyniri ile servis ediliyordu. burrata yumruğum kadar küçüktü; beyaz, parlak bir yumruydu ve elle atılmış düğümü de göbek deliğine benziyordu. isli, yumuşak peynir ağzımda dağılırken beni alıp ta yirmi sene öncenin kış mevsimlerine, anneannemin mahallesine götürdü.
o zamanlar hanoi’nin şehir planı oldukça sadeydi: ana caddeler aynı bir yaprağın orta damarı gibi birbirine bağlanan kılcal damarlar aracılığıyla farklı alt sokaklara yol alarak daha geniş, yaşayan bir bütünün içinde hayatı sessizce bir yerden diğerine iletiyordu. anneannem sendikalarının konut programından faydalanan diğer emekli demiryolları işçileri gibi mütevazı bir sokakta oturuyordu. yaşadığı mahalle, 1970’lerde bir aralık gecesinde bombalı bir saldırıyla yerle bir olduktan sonra sil baştan yeniden inşa edilmişti.
anneannemin sokağı çok kiracılı, gösterişsiz binalarla doluydu. dapdar sokağa olabildiğince çok konut sığdırmak için ellerinden geleni yapmışlardı. eski binanın üzerinde yükselen çıkma katlar nefes alanı bırakmamıştı. hava bile kendini ıslak lekeler halinde duvarlara hapsetmişti. lekelerden bazıları şahsına münhasır küf aileleri oluşturmuştu; tanıdık ıslak ve bayat küf kokusu sokağın başından dahi duyuluyordu. ancak ne olursa olsun ufuk çizgisi hiçbir zaman sokağın genişliğini aşmıyor, konutların çatı görüşlerinin arasında bölünerek uzanıyordu.
anneannemin ufka dair görüş alanı bomba sığınaklarında gizlendiği zaman da böyle miydi, merak ediyorum. hafif bir esintiden mükellef olmalıydı o zaman anneannem; kendisi için mümkün göremediği bir gerçekliğin ortasında, herhangi bir hiçliğe bürünüyor olmalıydı.
ya da belki yerin altına gizlenmiş gözler için ufuk yoktu.
herhangi bir şey hafızanın tünellerinden kaçabilir mi, yoksa gökyüzünün ve yeryüzünün birbirini sonsuz bir yansımada taklit edip durduğu ikiliğin arasında sonsuza dek dolaşıp durmakla mı yükümlü?
içeri hava nüfuz edebildiği sürece, hafıza muhafaza ediliyor.
hava, hafızayı muhafaza ediyor.
aidiyet kavramı, beraberinde taşıdığı sorumluluklarla beraber içimde filizlenmeye devam ediyor; törensel duman, zaman geçtikçe yoğunlaşıyor. bunlar yalnızca kutlamalar sırasında erişime açılan paralel dünyadan gelen dersler. ritüeller aracılığıyla dikkatle açılan anılar, belli bir zaman dilimini sarmalayarak üzerini kapatıyor. her sene ay takviminin kış ve bahar arasında kalan bir diliminde anneannemin sokağı ana havalandırma geçidi görevini görüyordu. sokağın tümü isli ve kokulu bir atmosfere bürünüyordu: sıcak yemek, ilkbaharın hafif nemi, yanmakta olan şeylerin küllü kalıntıları.
törenlere hazırlanmak için sunaklar önce zencefil suyuyla yıkanarak temizleniyor, atalarla iletişime geçebilmek için ise üç adet tütsü yakmak gerekiyor. bu hareketlerde mazbut bir zarafet gizli: belli belirsiz, ancak son derece kasıtlı. ince, çıtırtılı tütsü çubukları her an çatlayabilir, uçlarının akkor olduğu an onları söndürüvermek ise kolay bir iş değil. bu büyülü asalar söndürüldüklerinde birden yoğun bir esintiye dönüşerek yaşayanlar ve ölüp-giden-ancak-hiç-unutulmayanlar arasındaki derin duyguları etrafa yayıyorlar. yayılan duman halkaları, öte dünyaya gönderdiğimiz dilek ve duaların hesabını tutan alçak tavanarasının yüzeyinde sıcak kahverengi izler bırakıyorlar. yıllara yayılarak yanan kokusuz öd ağacından geriye kalan bir tür alındı makbuzu bu. geçmişten bugüne uzanan bir ithaf.
tütsüler ufalandıktan sonra aile ziyafeti için yemek ısıtılıyor ve kağıt hamurundan yapılma figürler harlayan ateşin içine atılıyor. ısınan yemeğin sıcaklığı bizi yavaş yavaş yuva hasretiyle besliyor. ten kadar sıcak buhar bulutları bir evden diğerine, bir zamandan diğerine uzanarak kutlama yemeklerinin kokusu atılmaya kıyılamayan bir çocukluk battaniyesi gibi sarıveriyor etrafı. hayat değişikliklerimizi ve dileklerimizi rahat ettiğimiz kadar ayrıntılı biçimde tasvir edilmiş, yakılmak-üzere-yapılmış kağıt modeller aracılığıyla da paylaşıyoruz: hiç piyasaya çıkmamış bir iphone modeli, pfizer covid aşısı, kağıttan kesilerek dikilmiş gucci babet ayakkabılar, on katlı bir ev. komiktir, bugüne kadar hiç kimsenin harita yaktığına şahit olmadım. gelecek ne şekilde çatallanırsa çatallansın, ölüler tanıdık yolları hiçbir zaman unutmuyor mu?
renkli kağıtların ince yüzeyine alkol serpen yetişkinleri izliyoruz. ıslak bir kağıt parçası, artık harıl harıl yanan ateşi besleyecek bir yem.
adak dumanları yerden acı acı yükseliyor, plastik ve renkli malzemeler biberli, yakıcı bir koku yayıyorlar. veda adaklarının arasında kağıttan araçlar ve evler yıkılıyor, parlak altın kıvrımlar alevlerin içinde yok oluyor. yanarak kıvamlı bir toz macununa dönüşmüş ince kağıtlardan karanlık bulutlar yükselerek yavaşça havalandırma geçitlerine yöneliyor ve bir tam senenin yükünü omuzlayan anıları da, anılara dair bir sonsuzluk parçasını da uğurluyor.
çocukken mahallede koşarak tur attığımı, kestirme yollarda ve hatta daha küçük ara sokaklarda saklanmaya çalıştığımı ancak kendimi gene de paslı demiryollarıyla örülü ana yolda bulduğumu hatırlıyorum. ateşin bilinmeze açılan bir kapı olduğunu söylerler. ve sonra her şey diğer görülmemiş dünyalara doğru buharlaşır ve yeni yıla uzanan tren raylarına yavaşça yollanır. gerçekliğin kestirme yolları her ne kadar sıradan insanlara karşı görünmez olsa ve onlara gizlice sızmayı başarsam da o akşam hem benim hem de anneannemin çocukluğu, tanımadığım bir tata açılan bir ısırık aracılığıyla gelmiş ve beni buluvermişti. bedenim adeta bir anılar kutusuydu, hiçbir şey bu kapalı dolaşım sisteminden kaçıp kurtulamıyordu.
sanki havalandırma geçitleri ruhumu asla terk etmiyordu.
buharlaşan göl ve işaretlenmemiş park yerleri
fiziksel olarak hareket edemeyen anneannemin alnına küçük bir şevkat göstergesi olarak yavaşça dokundum. artık geriye kalan tek bilinç dış temasların müşfikliğiydi.
komadan çıkmış ve her nasılsa halen hayatta bulmuştu kendisini.
anneannemin evi gölün yanındaki parka yakın bir çıkmaz sokağa adeta bir koza gibi yerleşmişti. haftasonları tüm torunları mecburi bir anneanne ziyareti için bir araya gelerek aynı mekanda salınıyorduk.
hepimiz gölün özel güçleri olduğuna, insanları yalnızca başka bir alemde görülebilen buharlaşmış varlıklara dönüştürdüğüne inanıyorduk. bir keresinde, gölün yanından geçerken kalabalık bir insan grubunun "sabah kaybolan, altmışlı yaşlarında bir kadın"ı aradığını gördük. "en son gölde, ödenmemiş bir borcu taşır halde görülmüştü." birkaç adım ötede, yirmili yaşlarında çıplak bir adamın gölün yüzeyinden yükseldiğini ve hızla havaya karıştığını gördüğümüzü sandık. adam, o günün ilerleyen saatlerinde haber bültenlerine de çıktı. acil durum personeli onu çıplak, cansız halde bulmuştu. bir dahaki sefere parka gittiğimizde ise bir felaket daha oldu.
işlerin kötüye gitmemesi için rotaya yeterince hakim olduğumu düşünüyordum: küçük scooter’ımın tekerlekleri zeminin dokusu üzerinde salınıyor, bana ne zaman hızlanacağımı, kollarımı sallayabileceğimi, bir tümseğin üzerinden atlayacağımı veya hangi dönemeçte park korucularının davetsiz ilgisini üzerime çekmemek için egzersiz yapıyormuş taklidi yapacağımı bana söylüyordu. ince kaldırım çizgilerinin arasına sığışıp salınmak ve diğer kontrol edilemez faktörlerden kaçınmak için her şey çok planlı ve dikkatli ilerlemeliydi. bir ihtimal titreşimler ve salınımlar derimden içeri nüfuz ederek derin dokulara ulaşmış ve bir tür kas hafızasını tetiklemişti: bu kas hafızasının bir tür konfor alanı olan güvenlik duygusunu harfiyen ezberlemiş olmaktan başka yerine getirdiği bir görev de yoktu. ancak yolu geçmeden hemen önce bir patika vardı. dümdüz, parlak, henüz birkaç gün önce dökülmüş bir beton yüzey. bu fiziksel uzantı henüz farkında dahi olmadığımız şeylerin keşfi için beklenmedik bir ivme ve henüz çalıştırılmamış kas hafızalarını beklemişti. o vakit henüz dört yaşında olan erkek kardeşimin gölün kenarında tam olarak bu noktada düştüğünü ve boğulmaya başladığını hemen fark edememiştik. çok şükür deneyimli yüzücüler tarafından kurtarılmıştı kardeşim; kaybolup gitmemişti.
anneannem yıllar boyunca kahverengi, öd ağacından koparak yükselmiş ve hem sunağın üzerindeki alçı tavanı, hem de ciğerlerini kaplayan duman halkalarını solumaktan kanser olmuştu. sesi berelenmiş bir öd ağacınınki kadar süngersiydi; kelimelerin yerini kesik nefesler almış, rüzgarın esintisi gibi fısıldar olmuştu. içeriye hava doldukça reçine veyahut öd ağacı yerine sıvı birikintileri sızıyordu. belki de ağzı açık uyumasının sebebi güneş battığında bu küçük birikintilerin kuruyup buharlaşmaya devam edebilmesi içindi.
bize bir sonsuzluk gibi görünen komanın hiçliğinden uyandığında sabah çiği damlacıkları, hafifliğin ve varlığın ağırlığını belli belirsizce yüklenmiş gözyaşlarına dönüşmüştü. gözyaşları kupkuru göz yuvalarını hiçbir zaman terk etmemiş ve yüzünün yas tutan diğer bölümlerine veyahut titreyen bedenine ulaşmamıştı. bedeninin en büyük organı olan teni kendinden menkul, resimsel bir günceye dönüşmüştü. kıvrımlar susuz kanallarla kaplanmış, sarmallara dağ yamaçları gizlenmiş ve parmakuçları eğrilmişti. anneannem artık hiçbir zaman ayak basmadığı solmuş ve lekelenmiş sınır çizgileriyle kaplı bir fiziki dünyalar haritasıydı.
google’a bir yaprağı iskeletinden nasıl tanıyabileceğimi sordum. insanlar bodhi yapraklarının damarlarını kesip çıkararak ortaya fazlasıyla nazenin, süt beyazı bir iskelet çıkarıyorlardı (ancak bu iskeletin yaşam emaresi gösteren hiçbir mukavemeti yoktu). bu iskelet neredeyse tanınmazlık seviyesinde uhrevi bir hava taşıyordu (belki de sebebi içinde barındırdığı cansız erdemdi) ve insanlar bu yaprak kalıntısını sessizce sunağın üzerindeki buda heykelinin yanına yerleştiriyorlardı. bir zamanlar yaşam veren yeşilliğin artık bir önemi yoktu, geriye kalan eskiden her şeyi bir arada tutan yapıyı kayda geçiren tanıdık bir siluetti. ruhun canlılığı mı, yoksa varoluşun sükuneti mi: hangisinin daha önemli olduğunu nasıl anlarsınız?
kaslar narin bedensel zevklerin hatıralarını muhafaza eder mi?
kaslar hareket etmenin ve ettirilmenin zevkini hatırlar mı?
kaslar dokunuşlar arasında karşılıklı olarak enerji ve mukavemet taşır mı?
kas hafızam anneannemin alnının dokusunu, parmaklarımın iyi geceler okşamaları için belirlediği koşu parkurlarını hiç unutuyor mu, yoksa yalnızca zemini hatırlıyor ve kupkuru teninin altındaki damarların üzerindeki parmak ucu dansım her seferinde sıfırdan mı coşkulanıyor?
kas hafızası hareketlerimizin ardındaki mantığı hiç hatırlıyor mu? örneğin: anneannemin kendine biçtiği görevi, her gerçekleştirdiğimiz hafta sonu yürüyüşünde yepyeni yollar bulmak ve bize çocukluğumuz boyunca rehberlik etmekti. bize sanat derslerinde yol göstericisi oldu, parklarda bilet gişelerini nasıl atlayacağımızı ve pazar dualarında ve buda kutsamalarında huzurun yanında disiplini nasıl keşfedeceğimizi öğretti. torunları büyüyüp kuş sürüleri gibi uçup gittikten sonra bile, yaptığı gezintiler ona bu rehberlik görevini anımsatacak mı?
ölüm döşeğinde hareketsiz olmasına rağmen, anneannemin kasları düzenli olarak (bugün artık hepi topu bir otoparka dönüşmüş olan) parka ve mahalleye doğru zihinsel bir öğleden sonra yürüyüşü yapıyordu. bunu nasıl mı biliyordum? boğulma olayı da dahil olmak üzere her olağanüstü oyun günümüzü sayarak hatırlıyordu. en sonunda eski patikaların hayaletlerinin izini sürerken unutma eğrisi yavaşça kıvrımlandı. belki de artık kas hafızası onu terk etmişti ve hafızası artık güncellenmeyen verileri ararken hiçlikle yer değiştirmiş ve boşalıvermişti.
çok geçmeden, son yürüyüş rüyalarından birinde, anneannem nihayet gölün kenarında, huzur bulmak için dua ederek haftasonlarını geçirdiği pagodanın arkasında dinlenmek için oturdu.
belki de artık anlamıştı ki parklardaki patikaların yeri çoktan değişmişti ve göl hala her şeyi buharlaşmış şeylere dönüştürüyordu.
//
Dipnot
—wing chan
İrlandalı şair Seamus Heaney Dipnot adında, ilk kez 1996 senesinde The Irish Times’da yayımlanan zarif bir şiir yazmıştı. Hayata dair bir sürü işaret ve sembolle dolu bu şiirde manzara birden netleşiverir. Okurken kaleminin de aynı hızda çalıştığını hissedebilirsiniz. Ölüm ve yaşamı tasvir etmesi zordur; yaşamın ve ölümün izlerini adlandırmak ise rahatlatıcı.
Kiều-Anh’ın “Havalandırma Geçitleri”, Kham Thien Caddesi’nde emeği ve kaybı imleyen pek çok izin, veyahut daha doğrusu elle tutulur nesnenin oluşturduğu nicelikte soluklanıyor. Cümleler hızla hareket ederek hem konunun ağırlığını, hem de görüş alanının soyutluğunu bertaraf ediyorlar. Elinizde kalan tek şey bir “orada olmuşluk” duygusu oluyor. “Buharlaşan Göl”de ise tam tersi sözkonusu, hava kıvamlı ve ağır. Sanatçının öznel “ben”i ölmekte olan anneannesine fiziken uzandığında ve mahallede yürüyüşlere çıktığında zaman geçmiyor, ayakları sürüyor, öykü sürükleniyor. Anlatı gittikçe sisleniyor ve sonunda sesi tamamen kesiliyor. Kiều-Anh’ın burada olayları ve duyguları açıkça adlandırmaya dair hem bir itki hissettiğini, hem de bunu yapmakta zorlandığını sezdim. Anladığım haliyle sanat pratiği kendi hafızasını ikame edecek fiziksel biçimleri bulmak ve böylece alanları, insanları ve çok katmanlı kokuları imleme becerisini elde etmeye dair. Tecrübe edilen duyuları bir sayfa üzerindeki kelimelere tercüme etmek her zamanki gibi zorlu bir mücadele. Ancak yollarını aramaktan kim korkar?
Bu tecrübe ve anlatı arasındaki olası müzakereyi fark ettiğim an ben de hafızam aracılığıyla Vietnam’a ışınlanıyorum. Aynı şekilde Heaney de Dipnot’u Galway Körfezi’nin güney kıyılarına yaptığı geziden hatırladıklarıyla, evinde ders notlarını hazırlarken kaleme almıştı. Hanoi’de geçirdiğim ilk akşamları toz işgal ediyordu. Puslu bir şehir olarak hatırlıyorum orayı. Yerel halk şehrin ismine cilveli kirpikler ekleyerek onu Hà Nội diye yazıyor ve böylece havadaki pusu bir nebze hafifletmeye çalışıyordu. Havalandırma geçitlerini oluşturan imgeler –tren yolları, çıkmaz sokaklar, bomba sığınakları, molozlar, küf, lekeler, rayihalar, kötü kokular, duman, kül ve ateş– kafamda sarı ve mavi tonlarında tek bir fotoğrafta yoğunlaşıyor. Ben bir kere zikrettiğim an artık bu imgeyi gözlerinizden söküp atamayacağınızı biliyorum. Anlatının gücü böyledir. Gölgelerin düşen puslu izleri, duvarlardaki çatlaklar, kapı kenarlarındaki dışavurumcu, bitmemiş boyalar, yanlış döşenmiş fayanslar ve hatta yolun sonunda parlayan ışığın difüze oluşu, bunların hepsi geçip gidenlerin yasını tutan bir manzara sunuyorlar. Aralık 1972'deki savaş sırasında Kham Thien Caddesi'nde gerçekleşen yıkıcı sahnenin aksine, bu manzarada yer alan beton mimari, aşınma emarelerine rağmen yıkılarak çökmeyi reddediyor. Bu şehirde mimari, türlü çelişkiler barındıran başlı başına bir nesne ve sosyo-politik anlamda olağanüstü bir iklime, hava değişikliklerine ve koşulların ezici gücüne direnmek için etkin bir metafor.
Kiều-Anh Nguyễn Hanoi, Vietnam’da yaşayan bir sanatçı. 2020’den beri sanat pratiği hafızayı, doğayı ve bakım pratiklerini imleyen koku ortamları üzerine yoğunlaşıyor. Hayatın geçiciliğini, fark edilmeyen ayrıntıları ve alışılmadık anlatıları kutlamayı amaçlayan sanatı yumuşak heykeller, yazı, çizim ve aşçılık gibi farklı medyumlar kullanıyor.
wing chan Afterall’da çalışıyor ve Perşembe günlerini seviyor.
İngilizceden Türkçeye çeviri: Çağla Özbek
Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.