TR EN
2022

m-est.org | Wing Chan

m-est.org’un hava durumunu sanatçı metinleri üzerinden yorumladığı yazı dizisine wing chan ile devam ediyoruz. Londra ve Hong Kong’da yaşayan çevirmen ve editör wing, bedene dair bir hikaye anlatıyor. Bu hikayede beden bazen dayanıklı ve uyumlu bazen ise kırılgan ve ihtiyatlı. Beden öğreniyor, bozuluyor, hatırlıyor, tahminlerde bulunuyor, uyarıyor, yorum yapıyor, fısıldıyor. Metnin merkezinde, wing’in ‘ev’ olarak tanımladığı şehirleri çevreleyen doğa ve hava unsurları ile bedeninin neyi nasıl öğrendiği ve hatırladığı sorusu yer alıyor. Üç farklı mekan ve zamanı bir araya getiren metin dokuz aylık bir sürece işaret etmekte. İlk durak Hong Kong: wing, Ocak ayındaki sohbetimizin ardından ilk metnini kaleme alıyor. İkinci durak Kassel: Metin göçmen bir bahçeye bitişik bir duvara aktarılıyor. Aylardan Ağustos. Son durak ise wing’in ikinci ‘ev’i olan Londra’da, Eylül ayındaki bir anı imliyor.

SAHA’nın davetiyle World Weather Network kapsamında yürüttüğümüz bu yazı dizisi hava durumunun yanı sıra üretimlerimiz ve yaşadığımız şehirlerdeki diğer yüksek ve alçak basınç alanlarını ele alan sanatsal üretimlere odaklanıyor. Yayımlanan metinler, değişim, kriz ve gelecek tahayyüllerine dair sanatsal stratejileri tartışmaya açmayı hedefliyor. 
–Özge Ersoy 


havayı tahmin eden göl*

wing chan

o yılın yazında, yerel ligde oynayan, okul dışındaki bir voleybol takımına girdim. zıplamayı burada öğrendim. takıma girmeden önce bildiğim her şeyi sokağa borçluydum. yabaniydim. saatler boyunca sokakta voleybol oynuyor, neyin beceri neyin spor bilimi olduğunu ayırt etmeyi bilmiyorum. kaslarım bir önceki günün hareketlerinin hafızasını taşıyordu; bedenim böyle öğrenmişti. hep böyle öğrenmiştim. antrenmanlarda fark ettim ki insanlar farklı şekilde hareket ediyor, dokunuyor, zıplıyor, vuruyor, blok yapıyor ve yuvarlanıyordu. en hızlı ve en nitelikli şekilde hareket edebilmek için belli kalıpları takip ediyor, bunu ‘mekanik’ ifadesiyle açıklıyorlardı. kendime özgü tarzım ne görsel ne de teknik olarak diğerleriyle uyuşuyordu. gizliden gizliye kendi tarzımın daha havalı ve içgüdüsel olduğuna karar verdim. zıplamak dahil olmak üzere bildiğim her şeyi bana burada öğrettiler. eski dizliklerimi sakladım ve profesyonel maçlar için bir çift voleybol ayakkabısı aldım. ayakkabıların kahverengi lastik tabanları daha yükseğe zıplamama ve daha sağlam şekilde yere inebilmeme yardımcı oluyordu. havada daha uzun süre kalabilmek için, zıpladıktan sonra üst bedeninizi esneterek genişletip aynı anda sırtınızı, karnınızı, belinizi ve basenlerinizin arkasını, sonra da baldırlarınızı kasmanız, mümkün olduğunca belirgin bir ‘C’ harfi oluşturmanız gerekir. uçabilirsiniz aslında. uçuşun tam ortasında düşey hız neredeyse sıfırlanır. böylece daha yükseğe zıplayabilir, enerjinizi daha sert bir smaç için saklayabilirsiniz. sahaya ilk çıktığımda ana hücumcu ve köşe smaçörü olarak görev aldım. ilk maçımda oldukça gergindim; topa vuracağıma havaya vurdum. ne utanç verici. ama kalbim çarpıyordu, küt küt. 

insanın bedeniyle gurur duyması ne hoş bir his. vücudum beni reddedene kadar zıplamaya devam ettim. önüme çıkan her fırsatı değerlendirdim. kaslarım ezberledi, uyum sağladı ve büyüdü. bedenim esnekti ve akışkandı. sporcunun tarzını ve kabiliyetini yansıtan lakaplar kullanmak spor tarihinde eski bir gelenektir. benim de bir lakabım vardı: ‘yay insan’. yay gibi zıplayarak yürüyen insanlar için kullanılan bir takma addı bu. her adımda başka bir hamle yapmaya hazırmışım gibi. belki de arkadaşlar ve rakipler arasındaki bir şakaydı sadece. komik ama pek de yanlış değil. her hareket idman gerektiriyordu. her  zıplayışımda yer çekimine karşı koyan bir haz alıyordum. havadayken özgür hissediyordum. bedenim her gün maça hazırdı, ta ki beni reddene kadar. bu ret, takımımın maçı kazanmasına üç puan kala gerçekleşti. kendime güveniyordum, ayak hareketlerim hızlıydı. zıpladım, topa vurdum. ayakkabılarımın tabanları yere dokunduğunda bedenimde bir farklılık hissettim. aradığım destek ortadan kaybolmuştu. ayaklarımın nerede olduğunu biliyordum, peki bacaklarım neredeydi? belli ki istediğim gibi yere inemeyecektim. düşeceğimi anladım. sonra gerçekten yere düştüm; bedenim katlandı, geriye doğru yuvarlandım, güvendeydim. görüntü netleştiğinde görüş hattım ağın altındaydı ve bir sürü beden bu görüntüyü bölüyordu. doğruldum, yere oturdum ve kollarım sol dizime doğru uzandı. hareket sekansı muazzam bir film karesi gibiydi. bu aynı zamanda son zıplayışımdı. 

dizimin önündeki ve yanındaki bağlar kopmuştu. bir zamanlar yeni aya benzeyen menisküsüm, çetin bir fırtınadan çıkmış gibi yırtılmıştı. zamanla dizim yeni bir hayata kavuştu. yağmurların gelişini, fırtınaları ve kışları hissetmeye başladı. kendine mahsus bir hayatta kalma içgüdüsü geliştirdi. havadaki nemi ve barometrik basıncı hissediyor, kendini yaklaşmakta olan hava durumundan korumayı biliyordu. hayatta kalma içgüdüsü harekete geçtiğinde, kaygısını dokuların içindeki bir hisse aktarıyordu. metal levhaların birbirlerine sürtmesi ya da birinin vücudunuzdaki morluğun üzerine bastırması gibi bir his. bu his o kadar keskindi ki fırtınalardan önce hareket etmeyi bırakmam ve bir süreliğine o anda kalmam gerekiyordu. asiliğe hiç gerek yoktu. bu his çok uzun sürmüyordu ancak geri gelme hakkı vardı.

hava durumunu tahmin eden bacağımı yanımda taşımaya devam ettim, önce ümitsizlikle, sonra şefkatle. bedenimle beraber şekil değiştiren ama hiçbir zaman kaybolmayan, her zaman erişilebilen seyyar bir arazi ya da bir dövme gibiydi. üniversiteye başladığımda, ilk işime giderken yürüdüğüm yokuşta, ilk yetişkin evime doğru yol alırken nakliyat kamyonunda, kahvaltılarda, öğle yemeklerinde, akşam yemeklerinde, yatakta, mutfakta, kütüphanelerde, yolda, arkadaş sohbetlerinde, kahkahalar arasında, mutsuz hissettiğimde, yurt dışına taşınırken hep beni durdurdu. görme yeteneği olmayan bir görgü tanığı gibiydi. benimle beraber hareket eden bir bireye dönüştü. zamanla gücünü topladı ve kendinden daha büyük, daha bağımsız bir forma kavuştu. 

yabancı memlekete geldiğimde, su, hava ve toprak değişti. kışlar çok daha soğuktu ama dizimdeki his kaybolmuştu. bir zamanlar hareketli bir su olduğunu unutan göl donmuştu. başka bir yılın ekiminde eşyalarımı küçük bir bavula ve sırt çantama yerleştirdim ve eve doğru yola çıktım. ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. kimileri taşınmıştı. kimileri geride kalmıştı. ben ise aynı zamanda hem gidiyordum hem kalıyordum. on üç saatlik bir uçak yolculuğu yapmak, uzun bir kuyrukta bekledikten sonra uzun bir karantina için otele yollanmak istemiyordum. tüm yaşananlardan ve tüm bu kurallardan sonra eve dönmek ne demekti? metroya bindim, ardından hızlı trene geçtim ve kendime dedim ki, hazır olmayabilirim. o anda bedenimin tek bir yerinde, keskin, her yerimi titreten bir his belirdi. şaşakaldım ama zamanla alıştım. havayı tahmin eden göl hep oradaydı, hiçbir yere gitmemişti. uçuş kapısına doğru yürürken durdum. ve yürümeye devam ettim.

kieu-anh and ze in a stream, kassel, august 2022

duvarlar karşı koyarken

o yılın baharında ve yazında iştahla balık yemeye başladım. balık yemek hiçbir zaman olağan bir şey değildi benim için. küçükken annem ve ablamla balık pazarına gittiğimizi anımsıyorum, elim annemin elindeyken yaklaşan bir tehlike hissiyle birlikte. 

çocukken yaşadıklarım balığı baş döndürücü çığlıklar, tuzlu deniz kokusu, eriyen yaprak buzlar, yerdeki su birikintileri ve bunların ıslaklığı ile ilişkilendirdi zihnimde. bunların hiçbiri hoşuma gitmiyordu. o küçük su birikintilerinde gerçekten boğulacağım diye buhranlara giriyordum. tombul bacaklarım güçsüz hissettiğinde bizimkilerin balık pazarına gitmek üzere olduğunu anlıyordum. direnişle ilgili ilk anım budur. halsiz hissediyordum. balık istemiyordum. direnişin bu ilk ifadesi oldukça uysaldı. kavga sadece derinlerde, kaslarda ifade buldu ve paylaşılmadı. küçük bir çocuk olarak itiraz etmeye, olay yerinden uzaklaşmaya veya eriyen buzla yüzleşmeye cesaret edemedim. ilk eylemsizlik tecrübem de budur.

bizim evin aşçısı babamdır. kendisi besleyici gıdaların birçok kaynaktan geldiğine inanır, klasik tariflere veya reçetelere gerek duymadan yemek yapar. bu yüzden ablam ve ben çok çeşitli gıdalarla büyüdük. kemiklerimiz, omurgalarımız ve dişlerimiz güçlüdür. bu hikayedeki rahatsız edici unsur, babamın mutfaktaki uzmanlığının taze balık hazırlamak ve pişirmek olması. babam balık türlerine, pişirme yöntemine veya ev ekonomisine göre balıkları buharda pişirir, kızartır, tütsüler veya yahni yapar ve genellikle üzerine taze soğan ve zencefil veya acı biber ve fermente edilmiş siyah fasulye ya da sadece soya sosu gibi aromalar ekler. bazen başarısız olsa da yeni tatları, dokuları ve yapıları kabul etme konusunda gözü pektir. balıkların ne kadar çok yönlü ve dayanıklı olduğunu bana öğreten de odur. babamın hazırladığı balık yemekleri basit ama lezzetliydi; yıllar içinde tat ve koku alma duyularım bu şekilde evrildi. ileride özleyeceğim ev lezzetlerini bu yemekler şekillendirdi. tüm bu lezzetlere rağmen, benimki de dahil olmak üzere birçok canlının hayatını etkileyen dalgaların farkına varana kadar balıklarla pek de ilgilenmiyordum. balıkların yaşadığı, avlanma ve üreme dönemlerinde birbirleriyle rekabet ettiği denizlerden korktuğumu da henüz söylemedim. acımasız denizlerden korktuğum ve bilinçli olarak uzak durduğum için zamanla denizlerin gizemine çekim hissetmeye başladım. ironik, değil mi?

direnişle ilgili tuhaf olan şey şu: bir şeye direnmenin bilişsel farkındalığı çoğu zaman direnişin yarattığı duyumlardan sonra gelir. yani, siz direndiğiniz konuyu ifade edip zihninizde işlemeden önce bedeniniz onu görür ve bilir. fiziksel bedeniniz, riskleri öngörmede daha ehildir. babamın yemeklerinden fiziksel olarak uzak kaldığımdan beri, hırsla balık yemeye, su ve suyun hareketine dair ifadeleri fark etmeye başladım. su gibi ol, dediler. şehrimde, tayland ve myanmar gibi komşu ülkelerde insanlara tazyikli su sıkılırken, derileri yakılırken, ince bir hamur tabakasıyla kaplanmış, tartarla servis edilen kızarmış bir levrek yiyordum. filipinler'in terörle mücadele yasası yürürlüğe girdikten sonra, seçimler devam ederken, arkadaşlarım giderek daha depresif bir ruh haline bürünürken ızgara çipuraları limon, dereotu ve kapari sosuyla marine etmeyi öğreniyordum. ukraynalı sanatçılar ve botanikçilerle tanıştığımda, savaş mutfaklarını ve bahçelerini işgal ederken, uskumru tütsülemeyi araştırıyordum. daha önce görülmemiş şiddetteki muson yağmurları ve eriyen buzulların neden olduğu seller pakistan'ın üçte birini yutarken ve on milyonlarca insanı yerinden ederken, masala usulü yapılan balığı açgözlülükle yiyor, omega üçlerini içime çekiyordum. anlaması zor, değil mi? karıştırmaya yöneldiğimiz her yerde direniş var.

zaman içinde çocukluk kaslarımdaki kırılganlık ön plana çıktı, cüretkar bir çeneye dönüştü, yeni ziyafetlerin yolunu açtı. balıklarla yüzleşip onları yalayıp yuttukça, bana yabancı gelen ama yine de aşina olduğum duygu ve deneyimleri yeniden yaşıyorum. bunlar, evime dair lezzetleri çoğaltıyorlar. her tehlike ve umut duygusu sindirim sistemimi harekete geçiriyor. bazen bana tanıyamadığım şekillerde görünüyorlar ancak damak tadım hepsinin balık olduğunu hatırlıyor. kaynak yaratma sorunu, kurgusal ve nemli iklim bölgesi, gözaltı merkezleri, pop ve rock konserleri, sun ra ve onun yerçekimine karşı gelen keyfi, sıcak hava dalgaları, bekleme odaları ve acilen üretilen hasat, hepsi balık oluyor.

direnişle ilgili tuhaf olan şey şu: direnişin bedensel duyumları çok şey anlatabilir. duvar direnmeden bir gün önce yeni tanıştığım arkadaşlarımla fulda nehrinden ayrılan bir derede yürüdüm. birbirimize veda etmeyi ertelerken deredeki bir kayanın kırdığı ışıltıyı gördük. o anda, pazarda sezgisel olarak savaştığım şeyin balıklar değil, balıkların alıştırıldıkları yaşama koşulları olduğunu fark ettim. korktuğum şey, etrafı çevrili, kapalı bir yerde yaşama düşüncesiydi. direndiğim şey ise soğutma sistemleri ve nihayetinde balıkların sıçrama olasılıklarının ortadan kaldırılmasıydı. durgun ve kapalı bir gölden farklı olarak dere sürekli akar ve kıvrılarak akmaya devam eder. sonunda nehirle uzlaşır ve denizin ağzıyla buluşur. duvarın direnmesinden önceki gece, geleneksel olarak somon, domates, fasulye filizi ve demirhindiyle yapılan vietnam usülü canh chua çorbası içiyordum. göçebe bir bahçenin yanında, masada oturuyorduk. bahçede kendi insanlarıyla bir araya gelmeye gayret eden, yüzbinlerce kişinin tecrübe etmek zorunda kaldığı çetin deniz yolculuklarını yeniden yaşayan tohumlar ve bitkiler yer alıyordu.

ertesi sabah arkadaşlarımla vedalaştım ve hava tahmini yapan tek bir göle artık ihtiyacım olmadığına karar verdim. gölü geçici olarak inşa ettiğimiz evin dış duvarına iz olarak bırakacak, böylece kendisiyle vedalaşacaktım. denedim fakat pek de kolay olmadı. gazlı kalemle yazmaya başladığımda duvarın nasıl tepki vereceğini bilmiyordum. duvarın savaş ya da kaç tepkisini önce parmak kaslarım fark etti. duvar ya kaleme karşı geliyor ya da yumuşayarak sürtünme katsayısını artırıyor, parmaklarımın ve kollarımın hareketini zorlaştırıyordu. aynı itaatsizlik belirtileri el bileğim, omzum, boynum, belim ve bacaklarımdaki daha büyük kaslara da iletiliyordu. iki saat sonra bedenim tükendi. duvar bana geçirgen ve elastik olduğunu, karşı koyma hakkına sahip çıkacağını söylüyordu. 

londra, eylül 2022

wing chan afterall’da çalışıyor. perşembe günlerini seviyor. ig: wingchanwww


* ç.n. Yazarın kullandığı başlık (“weather forecasting lake”), 
lake (göl) ve leg (bacak) kelimelerindeki ses benzerliğine işaret ediyor.

İngilizceden Türkçeye çeviri: Merve Ünsal ve Özge Ersoy 

DİĞER PROJELER

Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.