TR EN
2024

Manifold | Damla Karadeniz

Hepimizin Dövüşü, Hepimizin Dansı

Gizem Aksu, 9/8fight41: hepimiz için 9/8’lik bir dövüş, 2022, kaynak: MUBI / fotoğraf: Derin Cankaya, Dresden, 2020

Havanın Altı Unsuru: Atmosferik Basınç
Hepimizin Dövüşü, Hepimizin Dansı

“Biz hayvanlara onların bize olduğundan daha bağımlıyız: Hayvanlar bizim geçmişimiz, biz onların ölümüyüz.” (1)

“Yoksa, her cinayetin, ‘Öldürmeyeceksin’ emrini her çiğneyişin, sadece insanı ilgilendirdiği, ve sonuçta sadece ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ın bulunduğu varsayımında uzlaşacak mıyız?” (2)

Göbek Atarak Direnmek

Dansçı ve koreograf Gizem Aksu, Hellerau European Center for the Arts’ta misafir sanatçı olarak bulunduğu dönemde, kurumun bahçesinde yer alan ring biçimindeki “9841” adlı anıt sayesinde Johann “Rukeli” Trollmann’ın hikâyesiyle tanışır. 2020 senesinde Dresden’de başlayan bu tanışıklık Aksu’nun sonradan Berlin’e göç etmesiyle daha derin bir ilişkiye dönüşür ve ikili arasında bir tür hayali arkadaşlık kurulur. Aksu’nun “belgesel nitelikli kısa dans filmi” 9/8fight41: hepimiz için 9/8’lik bir dövüş’te (2022) bizimle paylaştığı “adalet dövüşü” fikri de ilhamını işte tam da bu hayali arkadaşlıktan alır.

Adalet dövüşü mefhumuna olduğu kadar belgeselin ortaya çıkışına da bir bakıma kaynaklık eden Johann “Rukeli” Trollmann, 1907-1944 yılları arasında yaşamış ve alanında büyük başarılar sergilemiş Sinti-Roma kökenli bir boksör. Kendine has, dans eder gibi bir dövüş stili olan Rukeli, boks hayatı süresince “Çingene gibi dans ederek boks yaptığı” gerekçesiyle Nazi rejimi tarafından türlü ayrımcılığa uğrar, hatta galibiyetine karşın şampiyonluk unvanı haksızca elinden alınır ve Rukeli, şampiyon olduğu maça tekrar çıkmak zorunda bırakılır. (3) Aksu’nun filmine ve adalet dövüşü fikrine ilham veren olay da esasen Rukeli’nin 1933 senesinde şampiyon olduğu maçın geçersiz sayılıp tekrarlatılmasına tepki olarak sergilediği “direniş-performansı”dır. Rukeli kendisine kaybettirileceğini bildiği bu maça, dayatılmakta olan Aryan stereotipini eleştirmek üzere yüzünü unla kaplayıp saçını sarıya boyayarak çıkar. Aksu da “dans ederek dövüşmesinden” ve ringe taşıdığı bu direniş-performansından ilham aldığı Rukeli’nin ayrımcılığa uğramasına neden olan kendine has stilini onurlandırmak amacıyla boks ile dansı birleştirme yoluna gider ve bundan, dövüşle dansın/göbek atmanın harika bir biçimde harmanlandığı melez bir form doğar. Nitekim Aksu, göç ettiği Berlin’de köklenme ihtiyacının yanıtını da göbek atmakta bulduğunu anlatır ve belgeselde, göbek atma ile köklenme arasındaki ilişkiyi etkileyici bir biçimde ele alır. Belgeselde aktarıldığına göre, Roman danslarında göbek havaya değil yere doğru atılarak kök çakradaki enerji yere doğru yönlendirilir ve böylece, bedende biriken duygular da adeta yere bırakılır. Bununla ilişkili olarak “Roman dansının yeryüzüyle, köklerle kurduğu güçlü bağın bu fiziksellikten geldiğini düşünüyorum” diyen Aksu, göçebe oluşları nedeniyle kendilerine köksüzlük atfedilen Romanların “kökün, köklenmenin anlamını bedenleriyle ve danslarıyla yeniden tanımladıklarını” ileri sürer.

Gizem Aksu’nun Dresden’de tanışıp Berlin’de arkadaşlığını derinleştirdiği Rukeli’den aldığı ilhamı İstanbul sokaklarına taşımasıyla ise Rukeli’nin dönemi ile şimdi arasında, onun maruz kaldığı ayrımcılıklar ile günümüz dünyasındaki bireylerin uğradığı ayrımcılıklar arasında bir köprü kurularak, pek çok dala ayrılan, bol veçheli, kapsayıcı bir hak mücadelesi ve performatif bir direniş biçimi inşa edilir. İstanbul’da Aksu’ya “Rukeli gibi kimliğinden dolayı bedeni üzerinden yargılanan, yaralanan, bedel ödeyen ancak yine Rukeli gibi hareketi/dansı kendini şifalandırmak, ifade etmek ve toplumsal bir aradalığı beslemek için kullanan” (4) üç dansçı katılır. Filmin açıklamasında da bize tanıtıldığı şekliyle bu dansçılar “Doğup büyüdüğü Sulukule mahallesine kentsel dönüşüm uygulanan Gizem Nalbant, feminist beden politikaları üzerine araştırmalar yapan Banu Açıkdeniz ve uzun yıllardır LGBTQİ+ hareketine gönül veren Sema Semih”tir. Mücadeleleri danslarıyla vücut bulan dört sanatçının Fikirtepe sokaklarında sergilediği ve dövüşün dansla, dansın direnişle iç içe geçtiği performans, bölge halkının bu dansçılara teveccühü, mahalledeki Roman çocuklarının da coşkuyla bu performansın bir parçası hâline gelmesi, “ötekiler” arasında kurulan bedensel ve beden dışı ilişkiler, Rukeli’den bu vesileyle haberdar olanların onunla yaklaşık bir asır öteden kurduğu diyalog hâli birbirine eklenince dört başı mamur bir “adalet dövüşü” yeşerir. Böylece bedenleri, kimlikleri ya da kimliklerinin belirli unsurları nedeniyle ayrımcılığa uğrayan ve içlerindeki arayış, öfke, tepki, direniş ya da serzeniş bedenleri üzerinden ifadesini bulan, kendini dansla sağaltan ya da sırf kendisi olmaktan ötürü hedefi hâline geldiği şiddetin hesabını bu yolla soran farklı bireylerin birbirine eklemlenen, eklemlendikçe güçlenen mücadelesi hepimizi bir parçası olmaya davet eder. Bu şekilde, ayrı zaman dilimleri, coğrafyalar, görünüşte birbirinden farklı olan şiddet ve ayrımcılık biçimleri arasında köprü kurulmuş olmakla kalmaz, direniş biçimleri de birbiriyle temas kurup güçlenir. Belgeselin sonlarına yaklaşırken Banu Açıkdeniz’in dilinden dökülenler bu müşterek direnişin güzel bir özeti gibidir: “Bir sürü mücadele için adalet arayışı henüz bitmedi. Tekrar tekrar yeniden başlıyor. Rukeli’nin dövüşü de sanki, hepimizi aynı ringde buluşturan bir adalet dövüşü gibi.” Açıkdeniz, Rukeli’nin ilham veren direniş-performansına dönük olarak da “Onun o güzel buluşuyla dansa dönüşen dövüş hepimizin dövüşü, hepimizin dansı” diye ekler.

Peki dans ile dövüşün iç içe geçerek özgün bir dil yarattığı adalet dövüşü sahiden hepimizin dövüşü/dansı mı, yoksa onu “hepimizin” kılmak için ringin kapsayıcılığını daha da genişletmek mümkün mü? Hepimiz derken işaret ettiğimiz bireyler kimler? Soruyu başka bir taraftan soracak olursak: Kendi uğradığımız ayrımcılıklara karşı adalet mücadelemizi verirken, günlük pratiklerimiz yoluyla biz de birtakım ayrımcılıkları besliyor ve bazı şiddet biçimlerini eylemlerimiz yoluyla bizzat yeniden üretiyor olabilir miyiz?

Aynı Ringde Buluşanların Adalet Dövüşü

Akşam gazetesi 1956 senesinde “Çok Çocuklu Aileler Arasında” adlı bir röportaj dizisi hazırlar. Bu dizi kapsamında ailelerle görüşme yapanlardan biri de Oktay Rifat’tır ve kendisi, dizideki bir yazısına şöyle bir saptamayla başlar: “İnsan, bir memleketin zenginlik kaynağıdır. Zenginlik kaynağı olarak bildiğimiz toprak, madenler, tabiatın cömertçe bize bağışladığı balık, hayvan, orman ürünleri insan eli değmedikçe değerlenmez.” (5) Neresinden bakılsa gerçekle arasında uçurum bulunan bu beyan keşke Oktay Rifat’a mahsus, münferit bir delüzyondan ibaret olsaydı fakat ne yazık ki bu, felsefeden dine geniş bir aralığa dağılan fazlasıyla yerleşik bir diskurun alelade tezahürlerinden biri sadece. Doğadaki her şeyin insan için var olduğunu savunan ve “şeylerin” değerini insana sağladığı fayda üzerinden atayan insanmerkezci bakış her ne kadar “tüm efsanelerin en üzücüsü” (6) olsa da mevcudiyetini daima bir şekilde koruyor. Şekil değiştiriyor, meşruiyet alanı değişiyor ama bu bakış tam manasıyla yok olmak bilmiyor. Yok etmeyi sürdürüyor lakin yok olmuyor. Biz ellerimizden bereket aktığı yalanıyla avunaduralım, yanlış kararlarımız ve bencilce eylemlerimizle gezegendeki diğer türlerin ölümü olmaya devam ediyoruz. Doğanın hâkimi değil bir parçası olduğumuz ve bu gezegeni bizimle eşit haklara sahip başka birçok canlıyla paylaştığımız gerçeğini idrak etmekte zorlandıkça ne kendimiz huzur bulabiliyoruz ne de başka canlılarda huzur bırakıyoruz.

Dünyadaki artan felaketlerin ve ona bağlı eko-anksiyetelerimizin bize hatırlatıp durduğu gibi, iklim krizi her gün daha da derinleşiyor. Biz de tabiata değer kattığı öne sürülen ellerimizle, atmosfere bol bol sera gazı salmayı sürdürüyoruz. Malum olduğu üzere, sera gazları da dahil, atmosferi oluşturan gazların oranları ve cisimlere uyguladıkları basınç, gezegendeki canlılar açısından hayati önem taşıyor. Bunun yanında, biliyoruz ki sıcaklık ve yükseklik gibi çeşitli faktörlerin atmosferik basınç üzerinde doğrudan etkisi var. Küresel iklim değişikliğine bağlı olarak ise normalin ötesinde etkiler meydana gelmekte ve çok daha fazlasının kapıda olduğu da bir sır değil. Örneğin sera gazı emisyonlarının atmosferde birikmesine bağlı gelişen fazla ısınma yüksek ve alçak basınçlar arasındaki farkın açılmasına neden olduğundan, giderek daha şiddetli rüzgârlarla, kasırga ve hortumlarla karşı karşıya geliyoruz. Ya da örneğin deniz tabanının altında donmuş hâlde bulunan ve bozulmadan kalabilmesi ancak yüksek basınç ve düşük sıcaklık koşullarında mümkün olan yüksek orandaki metanın, okyanusların ısınması ya da (buz kütlelerinin erimesi ve buna bağlı olarak kıtaların yükselmesi sonucu) basıncın azalması yüzünden açığa çıkması riskiyle burun buruna yaşıyoruz. İklim değişikliğiyle ilişkili olarak bugün deneyimlediğimiz ve ne yazık ki hiç de uzak addedilemeyecek bir gelecekte bizi bekleyen birçok başka sorunu bir kenara bırakıp, bizim insanlar olarak sera gazı emisyonuna yaptığımız olumsuz katkının bir boyutunu vurgulamak istiyorum.

İklim krizi konuşulur ve insan eylemlerinden kaynaklanan sera gazı emisyonları tartışılırken, nedense çoğu zaman hasıraltı edilen, günümüzde bile tüm yadsınamazlığına rağmen hâlâ çoğu zaman önemsizleştirilmeye ya da etrafından dolaşılmaya çalışılan bir konu var ki o da hayvancılık endüstrisinin/faaliyetlerinin ekolojik yıkım üzerindeki etkileri. Fosil yakıt kullanımının ya da ulaşım sektörünün olumsuz sonuçları gibi sorunları nispeten kolaylıkla ve yaygınca tartışabilirken, insan olmayan hayvanlarla kurduğumuz sömürüye dayalı ilişkinin yani hayvanları kendi “yararımıza” kullanma biçimlerimizin küresel iklim değişikliği üzerindeki geri dönülemez etkilerini tanımakta nedense bilhassa gönülsüzüz. Hâlbuki bugün birçok çalışmaya ve rapora göre, hayvancılık faaliyetleri atmosferdeki insan kaynaklı sera gazı salımlarının önde gelen nedenlerinden biri. Öncelikle şu bilgiyi haiziz ki insanların tüketmesi için yetiştirilen hayvanlar, karbondioksitten çok daha etkili bir gaz olduğu bilinen metan gazının birincil kaynağını oluşturuyor. Tabii bu, meselenin yalnızca bir boyutu. Yaşamaya ve tarıma elverişli arazilerin kayda değer bir bölümü de insanların tüketmesi için yetiştirilen hayvanların üretilmesine ve yine onların beslenmesi için ihtiyaç duyulan yemin yetiştirilmesine tahsis ediliyor. Yağmur ormanlarının büyük bir bölümü benzer nedenlerle yani hayvancılık faaliyetlerine yer açmak için yok ediliyor. Bu gerçekleşirken bir taraftan atmosfere toplu şekilde karbondioksit salınmış oluyor, diğer taraftan da o ekosistemdeki bitki ve hayvan türleri tehlike altına giriyor, hatta yok olabiliyor. Su kaynaklarının kaygı verici bir bölümü de yine hayvancılık endüstrisinin zorunlu kıldığı uygulamalar uğruna heba ediliyor.

Hayvancılık endüstrisi ormansızlaşmadan çeşitli türlerin yok oluşuna, su kaynaklarının tüketilmesinden kıtlığa kadar doğrudan ve kimi durumda da dolaylı olarak zincirleme birçok sorunu beraberinde getiren girift bir etki alanına sahip. Üstelik bunun karadaki hayvancılık faaliyetleriyle sınırlı olmadığını, deniz canlıları ya da arılar gibi ekosistemin önemli başka canlılarını kullanma biçimlerimizin de aynı yıkımın önemli faktörleri arasında yer aldığını akılda tutmakta fayda var.

Metnin derdinden fazla uzaklaşmamak için konuyu toparlayacak olursak, insan faaliyetleri sonucu atmosfere salınan sera gazlarının olumsuz etkilerinin artık birçoğumuzun gündeminde yer bulduğu söylenebilir; ancak bu gaz salımlarının başlıca nedenlerinden birinin hayvancılık faaliyetleri olduğu gerçeği hâlâ çok daha kısık sesle, çoğu zaman yalnızca hayvan hakları aktivistleri ve vegan bireylerden mürekkep dar çevrelerce dile getiriliyor. Hâlbuki bunları gür bir sesle ve herkesçe erişilir biçimde konuşuyor olmamız gerekiyor ki gözle görülür değişimler yaratalım.

Peki bizim, hayvanlarla kurduğumuz sömürüye dayalı ilişkiyi sorgulamak ve sonlandırmak için bu bilgilere sahiden ihtiyacımız var mı? Konunun ekolojik boyutu elbette birçok açıdan tedirginlik verici fakat insan dışındaki hayvanlarla ilişkilerimizi düzenlemek, diğer türlerle aramızda adil bir ilişki tesis etmek için gereken esas saikler hâlihazırda elimizde mevcut değil mi?

Jacques Derrida, L’Animal que donc je suis adlı kitabında hayvancılık endüstrisinden bahsederken “soykırım” analojisine başvurur. Fakat onun da işaret ettiği gibi bu, yani insan dışındaki hayvanlara uygulanan soykırım, insanlara uygulanandan farklı bir seyir izler. Buradaki soykırım hayvanların katledilmelerinden ibaret değildir; insan eliyle, insanlar için üretilmeleri sürecini de kapsar. Gıda endüstrisinden tekstile, tıptan kozmetiğe, eğlence sanayiinden taşımacılığa sayısız alanda hayvanları köleleştiriyor, sömürüyor ve katlediyoruz. Bedenlerinin tasarrufunu kendi ellerinde bulundurdukları bir hayatı yaşama yönündeki temel haklarını dahi gasp ediyoruz. Öyle ki esasen insan dışındaki hayvanların mağduriyetiyle ilişkili olan konuları bile insanlar olarak kendi mağduriyetlerimize dönüştürdüğümüz anlatılar inşa ediyoruz. Yerel bir örnekle ifade edilecek olursa, Türkiye’deki yoksulluğun boyutu durmadan, hayvansal proteine yeterince erişememek üzerinden ölçülüyor. Her seçim döneminde Türkiye’deki enflasyon ve geçim sıkıntısı sorunları et fiyatlarının artışı, süt ürünlerine erişimin güçleşmesi gibi hayvan sömürüsüne dayalı faaliyetler üzerinden tartışılıyor. Tüm bunları tüketmeye zaten hakkımızın olmadığı gerçeği gözlerden, kulaklardan ve zihinlerden ırak kalıyor. Benzer şekilde, giderek yoksullaşan emeklilerin haklı mağduriyeti, bütçelerinin “Kurban Bayramı”nda kurban kesmeye yetmeyeceği yönündeki hakkaniyetsiz serzenişle gölgeleniyor.

Sözün özü, doğayla ve hayvanlarla ilişkilerimizi, yarattığımız iklim krizi nedeniyle bir an önce düzenlememiz gerektiğine şüphe yok. Öte yandan, asıl gerekli ve kıymetli olanın krize bağlı zorunluluklara sıra gelmeden, hayvanların tekilliklerine saygı duyarak, birer birey olarak sahip oldukları hakları gözeterek yani hak temelli bir yerden hayvanlarla ilişkilenme biçimimizi ivedilikle ve topyekûn dönüştürmemiz olduğunu düşünüyorum. Hepimizi aynı ringde buluşturan adalet dövüşüne dönecek olursak, Gizem Aksu’nun Rukeli’yle hayali arkadaşlığından doğan ve her yeni iştirakçiyle ayrı bir katman kazanan adalet dövüşünü çok değerli buluyorum. Rukeli’nin ringinin nasıl bir toplumsal mücadele alanına karşılık geldiğini anlıyor ve maruz kaldığımız ayrımcılıklar karşısında dansımızla, dövüşümüzle o ringde yer almanın bizi birbirimizle buluşturan, dayanışmamızı güçlendiren yanını da seviyorum. Bununla beraber, ringin kapsadığı alanı genişletmeyi öneriyorum. Ringi toplumsal mücadele alanı olarak değil de içinde yaşadığımız gezegenin kendisi olarak tahayyül edip adalet dövüşünü de yeryüzündeki tüm tür ve bireylere hak temelli bir yerden yaklaşan bütüncül bir eylemlilik hâli olarak genişletmekten bizi ne alıkoyabilir? Nihayetinde ayrımcılık, ötekileştirme, sömürü gibi şiddet biçimlerinden bahsetmek, bu şiddet biçimlerinin kökenini, diğer tüm ayrımcılıkların nüvesini taşıyan ve temelinde yatan ayrımcılık biçimini yok sayarak yapılamaz. Kendi bedenlerimiz üzerinden uğradığımız şiddetin hesabını sormak, bizim başka bedenler üzerinde kurduğumuz tahakkümün hesabını vererek söz konusu olabilir ancak. Mağduru olduğumuz ayrımcılıklar kadar faili olduğumuz ayrımcılıkları da tanıyarak ve onararak dansımız zenginleşir. Hayvanları sessiz ve itaatkâr kitleler olarak kurgulamak yerine onların da kendi sesleri, bedenleri, kendilerine has ifade ve direniş biçimleriyle o ringin sakinleri olduğunu teslim edip tüm türler ve bireyler olarak bir arada durursak seslerimiz çok daha gür ve adalet dövüşümüz de bir o kadar samimi olur. Ancak o zaman, bizi baskılayan, ötekileştiren zorbalara, şiddet faillerine karşı, Rukeli’nin ringinde hepimiz kendi bildiğimiz ya da seçtiğimiz şekillerde göbek atarak direnme/şifa bulma yöntemlerimizi inşa edebilmişiz demektir. Kökün, köklenmenin anlamını bu defa sahiden köklerimize dokunarak tanımlamanın olanaklarını da bu şekilde yaratmış oluruz. Biz yeter ki dansımızın kapsayıcılığını genişletip bütünleşik bir adalet mücadelesini ringe taşıyalım, bundan doğacak ekolojik sonuçların, ringi hepimiz açısından nasıl daha yaşanır kıldığını görmemiz fazla geç olmayacaktır.

(1)   Elias Canetti, Hayvanlar Üzerine, çev. Levent Konca (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014).
(2)   Jacques Derrida, “Hayvanlara Karşı Suç”, çev. Elçin Gen, E-Skop, 23.09.2015. 
(3)   En sonunda da Rukeli ne yazık ki 1944 senesinde toplama kampında katledilir.
(4)   Ekrem Buğra Büte, “Gizem Aksu ile Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş Üzerine Söyleşi: ‘Bir Araya Gelmek’”, Altyazı Sinema Dergisi, 29.07.2023.
(5)   Oktay Rifat, Yoksul Evler, der. Turgut Çeviker (İstanbul: Kor Kitap 2023).
(6)   Elias Canetti’nin Hayvanlar Üzerine adlı kitabında geçen “İnsanların zalim iktidarının doruğu, yılların sayılması; dünyanın bizim için yaratılmış olduğu ise tüm efsanelerin en üzücüsüdür” sözüne atıfla.


Gizem Aksu, 9/8fight41: hepimiz için 9/8’lik bir dövüş, 2022, kaynak: MUBI / fotoğraf: Derin Cankaya, Dresden, 2020

DİĞER PROJELER

Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.