TR EN
2024

Manifold | Ecem Arslanay

Bulutun Hafifliği, Bulutun Ağırlığı

This sound plays when you ascend to heaven.
—@DaFuqBoom, 2020

This makes me feel an emotion that doesn't exist.

—@joshdotjpeg04, 2019

This is what the word “Imagine” sounds like.

—@Nellers_, 2021

This sound makes me feel like everything is going to be okay
—@isaacjohnson1817, 2020

Why do I feel nostalgic for a sound that was made 10 years before I was even born

—@thorn93822019

This what a fading memory sounds like. Beautiful, short lived before fading out. No other pieces of music make me feel this way but I cannot get over how this song feels so nostalgic, emotional and somewhat eerie all at once. Truly a masterpiece for the ages, almost 30 years old too.
A bit dramatic, sorry lol

—@Tangrowth_Fan, 2022

Windows 95’in başlangıç sesine dair yorumlarla başladık. Sevgili ChatGPT’den malum YouTube videosunun altındaki 8.922 yoruma dair bir diskur analizi çıkarmasını istedim fakat yapmadı. Mecburen ben –organik, unutkan, dağınık ve ağır işletim sistemimle– niceliksel kesinlik sunmayan, tutkulu ve kusurlu izlenimlerimi aktarma cüretini göstereceğim. Bu bağlamda derlediğim intiba, 6 saniyeye yayılan bir dizi sihirli ses dalgasının, bir işletim sisteminin açılışı olmanın ötesinde, yeni bir çağın müjdeleyicisi gibi tınladığı... İroniktir, Brian Eno’nun PC için, Macintosh kullanarak ürettiği bu atmosferik müzik, yalın olduğu kadar yoğun, basit olduğu kadar girift ve sakin olduğu kadar türbülanslı. Meftun eden duygulanım tayfıyla Windows 95’in sesi, yerleştiği masaüstü arka planınki gibi; uçucu, duru, umutlu ve efsunlu. Masmavi bir gökte, iyi hava koşullarıyla ilişkilendirilen kümülüs bulutlarının arasında süzülen rengârenk bir pencere. MS-DOS’un komut satırı bilgisi gerektiren karanlığından geleceğin hudutsuz ufuklarına açılan aydınlık bir portal: Tık tık tık tıklatılan mouse’lar, piksel piksel oyunlar, neşeli simgeler, kişisel ekranlar, dünyanın diğer ucundan mesajlar ve “sörf” edilebilen yeni, egzotik diyarlar… Bilgisayarı evcilleştirirken kullanıcıyı türlü maceralara sürüklüyor. Bebek mavisi göğü ve ikonik tınısında daha özgür, yaratıcı ve erişilebilir bir geleceğe duyulan naif inancın heyecanı var. İşlemci, bellek ve kontrol işlevlerini tek çipte birleştiren Intel 4004 ile başlayan cezbedici çağın zirvesi o. Önceden bilgisayarlarla etkileşim kurmak için karmaşık kodlar yazmak ve komutlar girmek gerekirken, Windows 95’in büyülü arayüzü (Graphical User Interface, GUI) bunları basit ve anlaşılır bir dizi simge ve pencereye dönüştürdü. Verilerin işlenmesi, kaydedilmesi ve donanım bileşenleriyle iletişim kurulması gibi operasyonların hızlı hokus pokuslarla yürütüldüğü bu çığır açıcı dönemde, bulut bilişimin de temelleri atıldı.

Edward Estlin Cummings, The Sky Was

Bulut metaforu 1994’te General Magic adlı bir bilişim şirketi tarafından kullanıldı. İsminin büyüsüne kapılmamak imkânsız, Hogwarts’ın Ar-Ge ve İnovasyon Koordinasyon Departmanı gibi… Geliştirdikleri Telescript adlı programlama dili, sanal ajanların (küçük yazılım parçacıkları) görevlerini yerine getirmek için farklı hizmet noktalarıyla etkileşim kurmasına dayanıyordu. Bu noktaların birden fazla sunucudan oluşan bir küme üzerinde çalıştığı altyapıya “bulut” adını verdiler. Hedeflediği ticari başarıyı yakalayamayınca 2002’de faaliyetlerini durduran bu vizyoner büyücüler loncası, sanal ajanlarını emekli ederek 2004’te tarihe karıştıysa da bir terim olarak bulut bilişim, 2006’da Google’ın CEO’su tarafından parlatıldı. Su buharının hafif, esnek, seyyal deposu olan atmosferik bulut, biriktiren ve kümelenen yapısıyla dijital bulut için iyi bir analoji teşkil etti. Verileri cihazdan cihaza kolayca taşıyan, dünyanın her köşesinden eşzamanlı kullanıma olanak tanıyan ve kendini sürekli güncelleyen dijital bulut için, atmosferik bulut iyi, bir o kadar da iyimser bir metafordu… Üretildiği dijital dönem gibi.

Unknown

Dijitalleşmenin 1990’ların başından 2000’lerin ortalarına kadar dayandırılabilecek ilk döneminde internet, yani namıdiğer Web 1.0, hükümetlerin otoritesini aşarak fiziksel dünyadaki sınırları ortadan kaldıracak bir özgürlük alanı sunan (John Perry Barlow’un 1996’da yazdığı A Declaration of the Independence of Cyberspace), sansür mekanizmalarını etkisiz hâle getirerek bilgiye eşit erişimi mümkün kılan, toplumsal ve biyolojik sınırlamaların ötesinde eşitlikçi ve kapsayıcı bir ortam kuran, hatta patriyarkal hiyerarşilere meydan okuyarak bireylerin teknolojik araçlarla kendilerini güçlendirebileceği bir alan yaratan (VNS Matrix’in 1991’de yayımladığı Cyberfeminist Manifesto for the 21st Century) ve nihayetinde yaratıcılığı, ifade özgürlüğünü ve demokratikleşmeyi sınırsızca destekleyen bir ütopya vaat etmek için bazı geçerli nedenlere sahipti.

Bulut, her şeyden çok, Bismarck’ın Almanya’yı birleştirmesine benzer:
Önceden ayrı olan unsurları merkezi bir yönetim
altında toplayıp bütünleştirir.
(1)

Web 1.0 verilerin fiziksel bir merkeze bağlı kalmadan pervasızca dolaşımını sağlayarak sansür mekanizmalarını bozguna uğratan, kıvrak manevralar ve alternatif rotalarla özgür verileri mutlaka hedefine ulaştırabilen bir altyapıya sahipti. Ancak bu merkeziyetsizlik ideali, sosyal medya platformları ve kullanıcıların katılımcı bir şekilde içerik oluşturmasını teşvik eden Web 2.0 fırtınasıyla darmadağın oldu. Google, Amazon ve Facebook gibi devlerin pençesine kapılıp kullanıcı verilerinin metalaştırıldığı bir pazara dönüşen yeni internet, merkeziyetçiydi. Facebook’un Cambridge Analytica skandalında olduğu gibi,(2) devler yalnızca kullanıcı verilerini manipülatif amaçlarla kullanmakla kalmadı, siber özgürlüğün anarşi yaratabileceğini fark ederek sansür yasaları ve gözetim teknolojileri geliştiren hükümetlere de hizmet etti. Bu sürecin erken bir örneği Çin’de vatandaşların internet trafiğini izleyip filtreleyerek belirli yabancı web sitelerine erişimini engelleyen bir sansür ve gözetim sistemi olan “Büyük Güvenlik Duvarı”ydı. ABD’de Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) için çalışan eski sistem analisti Edward Snowden’ın 2013’te sızdırdığı belgeler ise Amerikan hükümetinin PRISM gibi programlarla sadece kendi vatandaşlarını değil tüm dünyayı dikizlediğini ifşa etti. Bu mekanizmaların yasal zırhı olan Patriot Act, 11 Eylül saldırılarının tetiklediği güvenlik endişeleri bahanesiyle Amerikan hükümetine küresel bir gözetim otoritesi bahşetti. Emperyalizmin bu sinsi versiyonu bir görünmezlik peleriniyle iş görüyor, ki bu pelerin ona Windows 95’ten masumane bir miras. Karmaşık teknik altyapıyı örtbas edip kullanıcı deneyimini iyileştirme teknolojisi bugün bazı karanlık güçlerin hizmetinde…

Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan
Başımızda siyah bir hale.
(3)

Bulut, çoğunlukla enerji maliyetlerini düşürmek ve vergi avantajlarından yararlanmak için “az gelişmiş” ülkelerin, terk edilmiş endüstriyel bölgelerin ya da doğal soğutma etkisi yaratan alanların penceresiz sunucu çiftliklerinde, enerji ve suya bitimsizce ihtiyaç duyan makinelerinde saklanan, şirketler ve devletlerin nazarına açık bir veri ekosistemi olarak okyanus altına döşenen fiber optik kablolarda seyahat eder. Maddesel olarak yerin altında, fakat bir hokuspokusla, semada süzülen pamuksu yığınların ulvi ve meleksi ihtimamını temin ediyor (gibi yapıyor). Aslında bulut, belki her şeyden çok, kullanıcıyı –bazı karanlık ve karmaşık süreçlerden– soyutlamanın bir metaforu. Günümüzün kullanıcısı gıdanın, eşyanın, enerjinin ve altyapının hammadde, emek, işleme ve lojistik süreçlerine dair bilgiden tamamen soyutlanmış bir kullanıcı. Apple’ın minimalist estetiğinin ardında, tedarikçisi Foxconn’un güvenlik ağlarıyla çevrili devasa fabrikalarında on iki saatlik vardiyalarla çalışan işçilerin emeği, Kongo’daki kobalt madenlerinde karın tokluğuna çalışan çocuk işçilerin yaşam mücadelesi ve Çin’de nadir toprak madenlerinin hafriyatıyla ekolojik dengenin tahrip edildiği gerçeği, belki de kimi kullanıcıların soyutlanmak isteyeceği bir malumattır. Hayvansal gıdanın, yapay bir hızla büyütülüp en kârlı anında öldürülen bedenler olması da öyle; masum görünümlü alternatiflerden badem sütü ya da avokadonun, yeraltı sularını tüketerek doğanın hızla çatlamasına sebep olması da. Üzümü yiyip bağını sormama hâli, kullanıcının kendi bedenine yönelen mikroplastik ve pestisitler karşısında da sürüyor. Göz görmeyince gönül katlanıyor mu? Göz dediğimiz gelişmiş optik aygıt, çiçeklerin açma kapama anları, kuşların mevsimsel göçleri ve ayın döngüsel debisi gibi izlenebilir tiktaklar yerine, atomaltı parçacıkların titreşimlerine göre ayarlanan bu hassas ve ahir zamanda, gökteki uyduların gözetiminde algoritmalarca sürekli yeniden şekillendirilen bir mekânın sonsuz imge akışına yetişmeye çalışıyor… Bu bitimsiz hengâmede bir nebze sükûnet aramak, bazı şeyleri görmemeyi, bilmemeyi seçmek çok mu ayıp? Zayıf, saf, statükocu, cahil, yorgun ya da çaresiz mi bu teslimiyet?

Infrastructure space is not only an infrastructure of pipes and wires for utilities or transportation networks but also a rule set for reproducing — almost 3D printing — the mega-cities, free zones, refugee migrations, suburbs, or highways that look the same anywhere on the globe.(4)

Infrastructure is the technology that determines whether we live or die.
Your infrastructure will kill you—if it fails, you fail.

—Smári McCarthy

Ortaçağ mistiklerinin anonim metni The Cloud of Unknowing, bilmeye derin bir şüpheyle yaklaşır: İnsan Tanrı’yı kavrayamaz çünkü kavrayışın kendisi bir sınırdır. Tanrı’ya vasıl olmak isteyen, kendini bir “bilinmezlik bulutu”nun içine bırakmalıdır. Bu bir tür özgürleşme ritüeli; zihni sükûnete erdiren, belki uyuşturan bir kayboluştur. Oysa dönemin baskın düşünce cereyanı olan skolastisizm, bilinmezliği bir erdem değil, bertaraf edilmesi veya disipline sokulması gereken bir noksanlık olarak görür. Bilgi, kutsal metinlerin sistematik bir şekilde yorumlanmasıyla erişilebilecek, evvelden takdir edilmiş bir külliyattır. Sorular ancak verilmiş cevapların tasdik edilmesine hizmet edebilir. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanında geçen “Şimdi, kitapların oldukça sık başka kitaplardan söz ettiklerini ya da sanki kendi aralarında konuştuklarını fark ediyordum” ifadesi tam da bu döngüyü açıklar. Skolastisizmin bilgiye yaklaşımı, yeni anlamlar yaratmaktan ziyade, kadim metinler arasında dolaşarak çoktan söylenmiş olanı tasdik etmeye dayanır. Bilgi arayışı, hudutları tanzim edilmiş bir haritayı doldurma gayretine benzer: Bilinmezlik, haritada boş bir nokta değil, ıslah edilmesi icap eden bir kusurdur. Bu ıslah yaklaşımı, Aydınlanma epistemolojisinin deney ve gözleme dayalı düzenleme hırsıyla paralellik arz eder. Edward Quin’in 1830 tarihli Historical Atlas’ı bilginin yayılımını karanlık bulutları geri püskürten bir ışık olarak tasvir eder. Burada ışık, Avrupa merkezli ilerlemeyi, karanlık ise “barbar ve uygarlaşmamış” olarak nitelendirilen bölgeleri temsil eder. Bu bakış, keşifler çağının yalnızca bir aydınlanma süreci değil, aynı zamanda yerel halkların bilgi ve deneyimlerini görmezden gelen bir tahakküm biçimi olduğunu ortaya serer. İlk dönem sömürgecilikte haritalar ve sınıflandırmalar toprakları ve halkları denetim altına almak için nasıl birer araç olduysa, dijital çağda da bu hegemonya arzusu, algoritmalar, büyük veri ve bulut bilişim gibi araçların eklenmesiyle sürdürülüyor. Quin’in haritasındaki karanlık alanlar, günümüzün veri merkezlerinin coğrafi dağılımıyla mühim bir ayniyet gösterir; zira bu merkezler genellikle “az gelişmiş” ülkelere inşa edilerek, tabii kaynakların insafsızca tüketilmesi yoluyla bilgi akışını “aydınlık” ülkelerin menfaatine göre tertipler.

Edward Quin’in 1830 tarihli Historical Atlas’ı

[…] the goal of future wars is already established: control over the network and the flows of information running through its architecture.(5)

Unknown 3

Bir şeye hükmetmek onu bilmekle başlar; bilmek ise ölçmek, tartmak ve sınırlarını çizmekle mümkündür, ortaçağ mistikleri gibi “bilinmezlik bulutu”nda kaybolmayı seçmediğiniz sürece. Antik Mezopotamya’da yıldızların izlenmesinden, Aristoteles’in tabiatı kategorilere ayıran eserlerine ve nihayet 17. yüzyılda bilimsel yöntemin doğayı disipline etme hevesine kadar insanlık hem hayranlıkla baktığı hem de boyunduruk altına almak istediği “doğa”yı anlamlandırmanın biçimlerini aradı. Bu çabanın incelikli tezahürlerinden birini bulut için geliştirilen tasnif gayretinde bulabiliriz. 19. yüzyılda Luke Howard’ın onları stratus, kümülüs ve sirüs gibi kategorilere ayırmasıyla, bu ele avuca sığmaz göksel yığınlar bir sistemin tanımlı parçası oldu. Artık sadece semada süzülen rastlantısal şekiller değildiler. İsimleri, sınırları ve hatta öngörülebilir davranışları tespit edilen bulutlar, 20. yüzyılın hava durumu raporlarında, bir piktogram olarak belirerek, bugün kullandığımız o basit kıvrımlı formlarına kavuştu. Ya da indirgendiler. Fakat bu, bulutlara has bir durum değil. Şimşekler ya da yıldızlar gibi, büyüklüğü, kararsızlığı ve karmaşıklığıyla algımızı aşan gökcisimlerini de katı, sıkı, ölçülebilir ve böylece kontrol edilebilir nesnelere indirgeyip ilkokul şablon cetvellerine sıkıştırmıyor muyuz?  

Şablon cetveli

Her şeyin veriye indirgenebilir olduğu çağımızda insanın kaydetme hacmini aşan şeyler kaydedilir, gözetleme kapasitesini aşanlar gözetlenir, hesaplama kabiliyetini aşanlar hesaplanır ve tüm bunlar yapay zekâyla tahlil ve tetkik edilip yeniden imal edilerek estetik bir alan kurulabilir, ki kuruldu da… En popüler isimle başlarsak, yapay zekânın düşgücünü teknik ustalık ve zarafetle ele alan Refik Anadol, müstesna bir ontolojik sorgulamaya kapı açsa da izleyiciyi yüzey büyüsüyle mest edip, derinlikten mahrum, edilgen bir seyre mahkûm ederek, bir bakıma ulu bir zekânın “bilinmezlik bulutu”na teslim olmaya çağırıyor. Veri setlerine indirgenerek sürekli manipüle edildiğimiz bu çağda yeni tanrılara ya da göz dolduran “lava lambalarına”(6) ihtiyacımız yok, hayatlarımız zaten yorucu bir estetik kuşatma altında. Pasif izleyici, soyutlanmış son kullanıcı ya da kaderci bir mistik olmaktansa, özgürleşmiş izleyici,(7) hatta yaratıcı direnişçi(8) olmaya ihtiyacımız var. Bu ihtiyaca ironik ve eğlenceli bir yanıt Legrand Jäger’in yüz kaslarını duygusal yüz tanıma cihazlarına karşı eğiten bir direniş pratiği sunan Deep Digital Twin-Facial Yoga adlı videosu. Al-Badri’nin The Post-Truth Museum’u ise yapay zekâ ve deepfake teknolojileriyle Prusya Kültür Mirası Vakfı, Louvre ve British Museum’un yöneticilerini “emperyalist talanın itirafçıları”na dönüştürüyor.

Bulut bir vaattir, yağmursa doyum. 

Aslında mesele teknolojinin ihtişamında değil, yaratıcılığın devrimci iradesinde gizli. Zira 90’lardan bir net.art klasiği, Web 1.0’ın statik ve lineer yapısına rağmen, izleyiciye faillik atfedebiliyor. Olia Lialina’nın My Boyfriend Came Back from the War adlı basit hiper metni, her tıklamanın hikâyeyi belirleyen bir karar olduğu bir anlatıya çağırıyor. İzleyici, bilginin sabit bir düzene oturtulmadığı, deneyimle ve etkileşimle anlam kazandığı bir yapıda hipnotize olmak yerine düşünmeye ve kendi anlamını yaratmaya zorlanıyor. Bulutların ele avuca sığmayan doğası gibi dijital çağın ilk günleri de bucaksız bir umut ve yaratıcı bir kaos taşıyordu. Bulutlar gökyüzünden indirildi, ceplere girecek kadar küçüldü ama kontrol ve gözetimin yüküyle bir o kadar ağırlaştı. Yine de internetin geleceği hâlâ bulutların dönüşüm kabiliyetinde saklı olabilir; çünkü “World Wide Web” dediğimiz şey, düş kurabilenlerin ellerinde yeniden “örülmek” zorunda. Belki de bulut metaforunu bir kez daha hatırlamak gerek: Kimi zaman masmavi bir gökte süzülen umut dolu kümülüsler, kimi zaman yaklaşan bir fırtınanın habercisi olan kara stratüsler, fakat her zaman değişen, dönüşen ve harekete geçen formlar…

Ecem Arslanay: İnternetin geleceği için umutlanmak aptalca mı? 
ChatGPT:
 İnternetin geleceği için umutlanmak aptalca değil, aksine, değişim için gerekli olan ilk adım.

1. Metahaven, “Captives of the Cloud: Part I”, e-flux.
2. Nisan 2018’de patlak veren Cambridge Analytica skandalı bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Londra merkezli Cambridge Analytica adlı veri analiz firması, Facebook’un 87 milyon kullanıcısının hesaplarından izinsiz topladığı kişisel verileri ABD’de 2016’da yapılan başkanlık seçimleri ile İngiltere’nin aynı yılki Avrupa Birliği (AB) referandumunu etkilemek için kullanmakla suçlandı. Bu olay internetin özgürlükçü ve demokratik potansiyelinin nasıl manipülasyona açık hâle getirildiğini küresel ölçekte gözler önüne serdi. Dahası, Meta Platforms Inc. bu skandalla bağlantılı olarak açılan toplu davanın çözümü için 2022 yılında 725 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti ve bu durum internetin özgürlük vaadini yerle bir eden bir dönüm noktası olarak kaydedildi.
3. Edip Cansever, Tragedyalar, Yapı Kredi Yayınları. 
4. Keller Easterling, Extrastatecraft: The Power of Infrastructure Space, 2014.
5. Boris Groys. “Form”, In Uncorporate Identity (Baden: Lars Müller, 2010), 263.
6. Jerry Saltz, Refik Anadol’un yapıtlarını "lava lambası"na benzeterek eserlerin görsel açıdan büyüleyici ancak derinlikten yoksun olduğunu ifade eder. Jerry Saltz, “MoMA’s Lava-Lamp Show at the Start of the A.I. Era.” Vulture, 2023.
7. Jacques Rancière izleyicinin özgürleşmesine dair görüşlerini özellikle The Emancipated Spectator adlı eserinde savunur. Bu kitapta geleneksel sanat izleyicisinin pasif bir şekilde sanat eserini anlamaya çalışması yerine izleyicinin sanatı yorumlayan ve yeniden şekillendiren bir özne olması gerektiğini belirtir. Rancière’e göre sanat yalnızca estetik bir deneyim değil, aynı zamanda bireylerin toplumsal yapıları sorgulamasına olanak tanıyan politik bir araçtır.
8. Michel de Certeau bireylerin gündelik hayatta stratejilere karşı geliştirdiği yaratıcı direniş pratiklerini The Practice of Everyday Life adlı eserinde açıklar. Bu kitapta bireylerin, egemen güçlerin stratejik düzenlemelerine karşı mevcut yapıların sınırlarını kendi ihtiyaçları doğrultusunda esneten ve dönüştüren taktikler geliştirdiğini savunur. Certeau’nun “strateji” ve “taktik” kavramları bireylerin ve toplulukların gündelik hayatta yaratıcı bir şekilde nasıl direniş sergilediğini anlamak için temel bir çerçeve sunar.

DİĞER PROJELER

Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.