TR EN
2024

Manifold | Seçil Yersel

Esinti Değil Rüzgâr Değil Kasırga

Havanın Altı Unsuru: Rüzgâr
Esinti Değil Rüzgâr Değil Kasırga

Bu yazı sanki 1990’ların iklim ve ekolojik ortamının çok da karmaşıklaşmadığı zaman diliminde yazılmış gibi başlayıp yavaştan 2024’ün ani ve kasırgalı ortamına geçiş yapacak. Şimdi siz bu yazıyı okumaya başladınız; ekolojik gidişata kaygı dolu bakışınız bir yanda dursun, diyelim kapalı bir yerdesiniz ama yine de acaba nasıl bir rüzgârın etkisi altındasınız şu anda? Şimdi durup rüzgâr nereden esiyor bir bakar mısınız lütfen; pencereyi açabilir ya da dışarıdaysanız da bir parça dikkat kesilebilirsiniz, “dikkatli farkındalığınız” bu yazıyı okumanızı etkileyecektir. Rüzgârı yanımıza alıp yola çıkalım şimdi, o eserken biz onu yakalamaya çalışalım. Rüzgâr hep bir haber taşıyıcısı gibi gelir, kimi zaman ansızın kimi zaman sürekli, başka yerlerden başka şeyler taşır, mekânlar arası görünmez bağlar kurar, ses, koku, nesne taşır; kimisini görür kimisini göremeyiz, rüzgâr yerini değiştirir mekânda sabit olanın; görünmez ama kendini görünür kılar; renkleri, dokuları, eşyaları havalandırır, perdeler dolanır, saçlar karmaşıklaşır, gözlere toz kaçar, rakının üstü tozlanır, denizdekilerin midesi karışır, gemiler, kayıklar daha da tuzlu suya bulanır, pusulanın yönü karışabilir, martıların uçması, kıtaları aşması zorlaşır, çatılar uçar, polenler etrafa yayılır; durgun dünyanın olmazsa olmazıdır rüzgâr, rutini sevmez, başımızı ağrıtır, çöpleri taşır denizin üstüne, hafif de olsa bi karıştırır hep etrafı, oradakini buraya buradakini oraya; belki bir tek ejderhalar sever rüzgârı, eteklerin havalanması, şemsiyenin ters dönmesi, yaprakların ağaçlardan aniden dökülmesi, sırtından bir elin sanki yürümene hafifçe destek ya da köstek olması gibi, rüzgârsız dünya sıkıcı olurmuş; hava sadece duran ve olan bir şey olsa, değişmese, yeryüzü farklı ısınmasa, havanın sıcaklığı, nemi ve basıncı farklı olmasa rüzgârsız kalırdık, hava molekülleri durağan hâlde kalsa nasıl olurdu dünya…

İstanbul’da rüzgâr tür tür koku taşır ama hafızamda en çok yer etmiş olanı deniz kokusuymuş, Berlin’e taşınınca anladım; burada da ara ara tahminimce Baltık denizi tarafından esen rüzgâr, deniz kokusunu taşıdı ya da benimkisi İstanbul burnu, denizi aradı durdu. Manifold mecrasında rüzgâr üzerine başka bir tarihte Nilüfer Şaşmazer de yazdı; ben şimdi onun bahsettiği “kozmik üfürük”e istinaden yazdığı üçüncü dipnotundan aldığım rüzgârla devam edeceğim. Şöyle diyor Nilüfer: “İngilizcede rüzgâr anlamına gelen wind kelimesinin Proto-German kökeni, üflemek [blow] anlamına da gelen winda’dan geliyor. Türkçede de üflemek, üfürmek hem rüzgârın çıkardığı sesi tanımladığı hem de hastalara dua okuyarak nefesiyle onu iyileştireceğini iddia eden kişi anlamına gelen üfürükçüyü çağrıştırdığı için bu kelimeyi seçtim.” Bu “kozmik üfürük”ten devam ederek bir duraksayıp, küçük bir rüzgâr yaratmanızı rica ediyorum (ne kadar talepkâr bir yazar bu) (katılımcı bir metin oluşturma çabası desek); şu anda bu yazıyı okuyan kaç kişiyiz bunu kestiremiyorum ama aynı anda olma hâline güvenerek, şimdi içinizdeki havayı dışarı üflemenizi ve de bir şekilde bir rüzgâr, bir hava akımı yaratmanızı rica ediyorum. İçiniz rahatlayacak, dışınız hareketlenecek ve bunu bilmediğiniz sayıda kişinin de aynı anda yaptığını hayal edin; katlanmalı bir şekilde birbirine karışan ve belki de birbiriyle kuvvetlenen bir rüzgâra sebep oluyoruz şu anda. Evet başlayalım; üç dört nefes içeri alalım ve dışarı bırakılan rüzgârın oluşturduğu etki üzerine düşünelim, hafif bir tebessüm bize eşlik edebilir, çocuksu ama çokça dünyalı bir jest yaptık, belki de kökleri çok eskilere dayanan. Nefes alıp verirken akciğerlerimiz ve dolaşım sistemimiz ihtiyaç duyduklarını alır ve ihtiyaç duymadıklarını dışarı atar. Defterime aldığım bir notta şöyle yazmışım: “Günde on binlerce kez atmosfere geri soluduğumuz hava, bitki ve ağaçların yaprakları tarafından emilir ve bunlar orman tabanına düşerek gıdalarımızı besleyen karbon açısından zengin toprağı oluşturur.” Böyle düşününce nasıl da içeriden ve derinlikli olarak bağlı ve bağımlıyız birbirimize ve her şeye.

Rüzgârın ve nefesin doldurduğu ve doldurduğunda bize kendini hacmiyle görünür kıldığı balonsu müdahalelere bakmayı deneyeceğim bu yazıda. Geçen sene 10 Haziran-17 Eylül 2023 tarihleri arasında gerçekleştirilen 12. Liverpool Bienali’nin küratörlüğünü Güney Afrikalı sanatçı ve küratör Khanyisile Mbongwa üstlendi. Bienal, başlığını Afrika’nın isiZulu dilinde ruh, nefes, hava, hava durumu ve rüzgâr anlamına gelen uMoya kelimesinden ödünç almıştı. Sanatçılar uMoya ile ilişki kurmaya davet edildi ve uMoya: The Sacred Return of Lost Things [Kayıp Şeylerin Kutsal Dönüşü] sergisinde bir iş kırmızı balonlara dolan nefeslerdi; 2014’ün Temmuz ayında “Nefes alamıyorum” [I can’t breath] diyerek ölen/öldürülen Eric Garner, köle gemilerinin ambarlarında havasız bırakılarak zincirlenenler gibi siyahilerin nefes alamama konusunda uzun bir geçmişi var. Sanatçı Belinda Kazeem-Kamiński’nin bienale katkısı, bireysel ve kolektif özgürleşmenin bir aracı olarak nefesle, siyahi nefesle ilgili. Devam eden projesi Respire (2019-) için yerel katılımcılarla birlikte müzik, ses ve nefesi kullanarak videografik bir enstalasyon oluşturdu. Nefes almayı şiddete bedensel bir tepki olarak konumlandırırken, haz ve bağlantıya da işaret ediyordu. “Nefes alırken atalarımızın acısını tutabilir ve nefes verirken acıyı ve travmayı serbest bırakabilir miyiz?” Kırmızı balonlara dolmuş siyahi nefesler düşüncemizi nereye uçurur acaba?

Belinda Kazeem-Kamiński, Respire, 2022

Şu anda içinde bulunduğumuz Dünya, Güneş sisteminde güneşe en yakın üçüncü gezegen. Güneş sistemindeki gezegenlerde gözlenen en güçlü rüzgârlar Neptün ve Satürn gezegeninde oluşuyormuş. Hızını hayal etmekte zorlanabiliriz (Yine de hayal edelim, belki sesini bile duyarız). Ama madem biz şu anda Dünya gezegenindeyiz, şimdilik buraya odaklanalım. Bu Dünya gezegeninde her şeyi anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan insan varlığı sanatın araçlarıyla rüzgârı da kavramaya çalışmış, yerli halklar, kabileler onu taklit etmiş, erişilemezliğini danslarında, maskelerinde, resimlerinde açığa çıkarmışlar ama yerleşik, kentli zihinler hep bir kendine, insan varlığına benzetmeye çalışmış resmederken. Yabancılaşmamış belki yeterince. Belki yeterince “Bu da ne ya!” demediğimiz için şimdi Dünya bize kendini sert rüzgârlar, fırtınalar, ani hava değişimleri, çok ısınmalar ve çok soğumalar ve daha birçok benzeri şeyle hatırlatıyor. Kişileştirilen doğa olayları onlara kendimizi daha yakın hissetmemizi sağlarken acaba içinde yer aldığımız Dünya’nın bir parçası olmak yerine, onu insan gözünden ve insanlaştırarak kendimize benzettiğimizi de düşünebilir miyiz? Sanat aracılığıyla da doğaya insan vasıfları vererek, onu normalize etmiş olabiliriz; başa çıkabilmek için, ama bir taraftan da doğayı bu şekilde ele geçirdik. İnsanlaşan doğa şu anda bize ayna tutuyor ve kendimize benzettiğimiz hâliyle bize bakıyor.

 İstanbul’da da yürürdüm, Berlin’de de yürüyorum; bazen rüzgâr deniz kokuyor. Estiği yer Berlin, deniz kokusu için en yakın mesafe yaklaşık 270 km ile Baltık Denizi ve yaklaşık 450 km ile Kuzey Denizi’nde; onların kokusu farklı tabii, tadı da, az tuzlu Akdeniz’e ve Ege’ye göre. Yürüyorum; eskiden içinde rüzgâr değirmenlerinin olduğu, ismini de bu değirmenlerden alan Müller sokağındayım, bilinen ilk değirmen 1809 yılında değirmenci Kloß tarafından inşa edilen bir Hollanda değirmeniymiş (The NewYorker’ın kapağı geliyor gözümün önüne: Eric Drooker çizimi The Impossible Dream [İmkânsız Hayal], 2021).

Eric Drooker, The Impossible Dream, 2021

1846’da Müllerstraße’de bulunan 22 değirmen, burayı Berlin’deki en büyük değirmen bölgesi hâline getirmiş. Rüzgârı bol bir sokaktayım anlaşılan. Ani bir esinti, az önce önümde sakince ve öylesine bir köşede duran plastik market poşetini havalandırıp büyük hızla kafamın üstünden geçiriyor; çok anlık bir bakışla poşeti balona benzetiyorum, o an aklıma Museo Aero Solar projesi geliyor. Binlerce plastik alışveriş poşeti, gönüllülerin yardımıyla, hava uygun olduğu sürece gökyüzüne uçabilen bir sanat enstalasyonuna dönüştürülüyor. Museo Aero Solar, Tomás Saraceno tarafından Alberto Pesavento ile görüşülerek başlatılan, kullanılmış plastik torbaları havayla dolu hafif heykellere dönüştürmeye davet eden, açık kaynaklı uluslararası bir topluluk tarafından yapılan uçan bir müze. İlkokullardan Bruno Latour’un Antroposen Anıtı’na, Pablo Suarez ile Kızıl Haç İklim Konferansı’na kadar giderek büyüyen küresel iklim grevlerine dünyanın dört bir yanındaki disiplinler ötesi eylemler, atölyeler ve toplantılar aracılığıyla 20.000’den fazla plastik torba, Arjantin, Kolombiya, Küba, Almanya, İtalya, Filistin, İsviçre, Birleşik Arap Emirlikleri ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan yerinden edilmiş, farklı topluluklar tarafından toplanmış. Enstalasyon temelde binlerce geri dönüştürülmüş plastik poşetten oluşan ve güneş tarafından ısıtıldığında hava balonu tarzında gökyüzüne doğru süzülen dev bir plastik torba. Bu yapıta bakınca insan yaratıcılığının yanı sıra bizi kuşatan çevre ve atmosferi etkileme kabiliyetimiz dikkat çekiyor ve sayısı tahmin edilemeyen poşetlerin görünürlüğüyle bizi irkiltiyor. Bu sadece plastik poşetlerin küçük bir kısmı.

Museo Aero Solar çoğunlukla 2007 yılından 2023’e kadar ve hâlen de her katıldığı sergide oranın yerel halkı ve gönüllü desteğiyle yeniden oluşturuluyor. Amaç sadece bir imaj üretmek değil, projenin yarattığı farkındalıklar etrafında konuşmalar, atölye çalışmaları da düzenleniyor.

Tomás Saraceno & Alberto Pesavento, Museo Aero Solar, 2007

İrkilip duraksıyoruz; kimin aklına gelirdi bir gün dünyada rüzgâr çiftliklerinin ya da diğer adıyla rüzgâr tarlalarının kurulacağı. Dünyadaki ilk rüzgâr tarlası Aralık 1980’de Amerika’da kurulmuş; rüzgâr tarlasının anlamı elektrik üretimi için kullanılan ve aynı yerde bulunan rüzgâr türbinleri grubu. 2021 yılında Avrupa’da rüzgâr kuraklığı yaşanmış ve Avrupa’nın birçok bölgesinde rüzgârın hızında yaklaşık yüzde 15 oranında bir düşüş gerçekleşmiş. Rüzgâr tarlaları, Eylül 2020’de Birleşik Krallık’ın toplam enerji üretiminin yüzde 18’ini oluşturmuştu. Ancak 2021 Eylül’ünde bu oran yüzde 2’yi bile geçememiş. Oluşan enerji açığını kapatmak için İngiltere iki kömür santralini yeniden faaliyete geçirmek zorunda kalmış. Doğa elementlerinin temsillerini ve yansımalarını çoğaltarak ruhundan uzaklaştık; yansımalı nesne üretimleri yerine tinle bağlantıya geçmeyi deneyebiliriz.

Ne demişler, rüzgâr eken fırtına biçer ama şimdi rüzgâr tarlalarında rüzgâr ekiliyor; mesela Küresel Rüzgâr Enerjisi Konseyi tarafından hazırlanan bir rapora göre on yıl içinde üç kat daha hızlı rüzgâr çiftlikleri kurulması gerekiyor. Wind Catching Systems bunlardan biri. 2017 yılında kurulan ve merkezi Norveç’in başkenti Oslo’nun hemen dışında bulunan şirket, “çok türbinli tasarıma dayalı yüzer rüzgâr enerjisi santrali” olarak adlandırdığı sistemin geliştirilmesine odaklanıyor. Windcatcher sisteminin arkasındaki temel fikir, bilindiği gibi, “konsantre bir alandan enerji üretimini” en üst düzeye çıkarmakla ilgilidir. Tasarım ayrıca türbinlerin kurulumu ve bakımı için asansör tabanlı bir sistem de içeriyor. Bu asansör tabanlı sistemin fotoğrafı bir güncel sanat heykeliymişçesine karşımızda. 

Wind Catching Systems

Sert bir rüzgâr uçan balonları aniden alıp kaçırabilir sahibinin ya da satanın elinden. Bazı uçan balonlar rüzgârdan kaçamayacak kadar korunaklı bir yerde; doğum günlerinde ya da kutlamalarda kullanılan harf balonlar bunlar, hep ayrı ayrı gördük onları, oysaki onlar da bir araya geldiklerinde cümle kurma gücüne sahip. Sıkı sıkı bağlanmışlar birbirlerine de aşırı yakınlaşmışlar ancak içlerinde hava olduğundan ve mekânın değişen ısısı ve zaman faktörüyle kaçınılmaz olarak kendilerini yavaş yavaş yer çekimine teslim ediyorlar. Parlak ve göz alıcılar. Ama yavaşça sönen sadece balonlar değil; İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden üç yıl sonrayüzlerce ülke liderinin imzaladığı 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilk 10 maddesi de sönüyor. Banu Cennetoğlu, right? (2022 - ) adlı yapıtıyla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilk 10 maddesini altın harfli balonlardan oluşan buketler hâlinde sunuyor. Gazze’de gerçekleşen soykırımı düşünüyorum, insan haklarını hiçe sayan ülke yönetimlerinin müzelerinde, sergi mekânlarında gayretle ve umutla ses veren sanatçıların içinde bulundukları karmaşık ruh halini düşünüyorum; güncel sanatın jestleri, gücü ve politik sistemin öngörülemez hızda gerçekleşen kararları, her bir varoluş hâlimizin politik dünyada ve hızla ilerleyen ekolojik çöküşteki yeri nedir? 

Banu Cennetoğlu, right?, 58th Carnegie International, Rodeo Gallery & Carnegie Museum of Art, 2022, photograph: Sean Eaton

Göremediğimiz rüzgâr bizi ve dünyayı şekillendirmeye devam ediyor. Nefesimizden başlayarak etkilenmeye ve etkilemeye devam edelim. Rüzgârımız bol olsun.

DİĞER PROJELER

Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.